Bilindiği üzere, ailenin korunması ve güçlendirilmesi amacıyla 2025 Yılı “Aile Yılı” ilan edildi. Bu kararın alınmasında etkili olan temel nedenler arasında; boşanma oranlarındaki artış, doğurganlık oranlarının düşmesi, evlenme yaşının yükselmesi ve aile kurumunun bütünlüğünü tehdit eden risk unsurlarının çeşitlenerek yoğunlaşması yer almaktadır. Günümüz toplumsal koşulları bu eğilimlerin daha da belirgin hale gelmesine neden olmaktadır.

Ailedeki dönüşüm sürecini anlamak adına, yazımıza üstat Necip Fazıl Kısakürek’in bir şiiriyle başlayalım.

Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!

Bu dizelerde şair, modern bir Türk ailesinin üç kuşağını, bu kuşaklar arasındaki değer, yaşam tarzı ve kültürel farklılıkları çarpıcı biçimde tasvir etmekte; “kurtlu peynir” metaforuyla aile kurumunun içten içe çürüyen, parçalanan bir yapıya dönüştüğünü ifade etmektedir. Aynı çatı altında yaşamakla birlikte birbirinden tamamen kopuk hayatlar süren bireyler, modern aile yapısının kırılganlığını gözler önüne sermektedir.

Bu yazımızda öncelikle aileyi değiştiren ve dönüştüren etkenler üzerinde duracağız başka bir ifadeyle ailede yaşanan sorunların bir kısmına değineceğiz daha sonra da çözüm önerileri sunacağız.

Aileyi Değiştiren ve Dönüştüren Etkenler

Küreselleşme, teknolojik gelişmeler ve toplumsal değişimlerin aileye olumlu katkılarından çok, ciddi zararlar verdiği tartışılmaktadır. Bu bağlamda, küreselleşmenin yıpratıcı etkilerine karşı alınan önlemler elbette kıymetlidir; ancak sorunun temel nedenlerine inilmediği sürece yapılan çalışmalar geçici ve yüzeysel çözümlerle sınırlı kalmaktadır.

Aile kurumunu olumsuz etkileyen süreçlerin başında bireycilik gelmektedir. Bireycilik, bireyin çıkarlarını toplumun üzerinde tutan bir anlayıştır. Bu anlayış, aile bireyleri arasındaki bağları zayıflatmakta ve aileyi tehdit eden önemli bir unsur hâline gelmektedir. Bireycilikle birlikte aile, sadece iki kişinin bir arada bulunduğu bir yapıya doğru evrilmektedir. Kendini ve çıkarlarını merkeze alan bireyin bu durumu, aile ve akraba ilişkilerinin zayıflamasına da neden olmuştur. Bunula birlikte, toplumsal bağlarda aşınma; haz, egoizm konformizm gibi eğilimleri de tetiklemiş; bu durum aynı zamanda bireyin yalnızlık hissini de artırmıştır. Aşırı özgürlük vurgusu ve her türlü bağa karşı mesafeli duruş, aileye yönelik bağlılık duygusunu aşındırmış ve evlilik kararlarını da olumsuz etkilemiştir.

Sanayileşme ve kentleşme gibi yapısal dönüşümler de aile üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Kente yönelen yoğun göç hareketleri, aile üyelerinin çalışma hayatına katılımını zorunlu kılar hâle getirmiştir. Kadınların istihdamdaki artan varlığı başlangıçta aile bütçesine katkı sunma amacı taşırken, zamanla aile içi rollerin, evlilik tercihlerinin ve aile yapısının yeniden şekillenmesine neden olmuştur.

Küresel ekonomik paradigmanın imalat odaklı yapıdan bilgi ve hizmet temelli bir yapıya dönüşmesi, kadınların işgücü piyasasına katılımını hızlandıran önemli bir etken olmuştur. Bu sektörel dönüşüm, yalnızca istihdam dinamiklerini değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda aile kurumunun işleyişinde de derin yapısal değişimlere zemin hazırlamıştır. Kadınların iş hayatına daha fazla katılmasıyla birlikte, geleneksel ailede kadına yüklenen çocuk bakımı, yetiştirme ve ev işleri gibi sorumluluklar yeniden şekillenmeye başlamıştır. Çalışan kadın imgesinin toplumsal bir başarı göstergesi olarak yüceltilmesi, evlilik dinamiklerinde ve aile içi ilişkilerde paradigma değişimini beraberinde getirmiştir.

Kadının çalışma hayatına katılımı, aile içi ilişkileri doğrudan etkileyen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.  Mesai saatlerinin önemli bir bölümünü iş ortamında geçiren kadın, kendine, eşine, çocuklarına ve akraba çevresine zaman ayırma konusunda ciddi ikilemler yaşamaktadır. Bu zamansal kısıt, aile içi iletişim kanallarının zayıflamasına, duygusal bağların gevşemesine ve kadının çoğu zaman iş-ev dengesizliği nedeniyle fiziksel ve psikolojik tükenmişlik sendromu yaşamasına neden olmaktadır. Böylece, ekonomik dönüşümün getirdiği fırsatlar ve zorluklar, aile kurumunun dinamiklerini yeniden şekillendiren bir yandan yeni imkanlar sunarken, diğer yandan aile içi ilişkileri ve rolleri kökten değiştirmektedir.

Hemen yeri gelmişken belirtelim ki günümüzde kadın hakları bağlamında yapılan çalışmaların büyük bir kısmı aile ve kadını korumak, statüsünü yükseltmekten ziyade kadınların tüketici olmasına yönelik çalışmalar olduğunu da göz ardı etmemek gerekmektedir.

Küreselleşme ile birlikte sekülerleşme eğilimi ve para kazanma arzusu/hırsı aile üyelerini birbirine yabancılaştırmış ve aynı zamanda ailelerin biçim değiştirmesini de beraberinde getirmiştir. Seküler bir yaşam tarzı tüketimin merkeze alındığı bir aile yapısının ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Bu durum aileler arasında rekabeti, yarışı ve sürekli madde/eşya peşinde koşuşturmayı da beraberinde getirmiştir. Sözde ihtiyaçların giderilmesinin peşinde koşan ebeveynler ne eşlerin birbirine ne de çocuklarına ayıracak zamanları kalmıştır.

Kanaat kültürünün yok olduğu, az ile yetinen, elindekilerle sevinen ve mutlu olan bir aileden, alamadıkları için üzülen, yemedikleri ile iç geçiren bir duruma doğru gitmekteyiz. Ailenin tüketici bir konuma dönüşmesi aile içi ilişkileri olumsuz etkilediği gibi aynı zamanda yeni aile kurulmasını da yani evlilikleri de olumsuz etkilemektedir. Bu durum aynı çatı altında yaşayan eşlerin ve çocukların birbirlerine yabancılaşmalarına ve iletişim sorunlarını yaşamalarını da beraberinde getirmiştir. Günümüz modern toplumda maddeciliğin ve tüketimin bir değer haline gelmesi yine toplumsal bağları zayıflatan diğer bir unsurdur.

Öte yandan, küreselleşmenin beraberinde getirdiği ekonomik dönüşüm, gelir dağılımındaki adaletsizliği derinleştirmiş ve toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu daha da belirgin hâle getirmiştir. Ekonomik büyümeden en çok fayda sağlayan sermaye sahipleri olurken, orta ve alt gelir grupları, reel gelir kaybı, güvencesizlik ve geçim sıkıntısı ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu ekonomik kırılganlık, toplumun temel birimi olan aile yapısını doğrudan etkileyerek boşanma oranlarının artmasına ve aile içi ilişkilerde gerilimlerin çoğalmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, ekonomik güvencesizlik ve gelir eşitsizliği, yalnızca bireysel yaşamları değil, aynı zamanda aile kurumunun bütünlüğünü ve sürdürülebilirliğini de tehdit etmektedir.