Günümüzde değişen yaşam tarzları ile çekirdek aile biçimi yüceltilmiş ve ideal aile modeli olarak sunulmuştur. Bu yaklaşım, doğurganlık oranlarındaki azalma açısından önemli bir etken olarak değerlendirilmektedir. Bilindiği üzere, bir toplumun nüfusunu koruyabilmesi için her ailenin en az iki çocuk sahibi olması gerekmektedir. Ancak Türkiye’de son yıllarda evliliklerde az çocuk tercih edilmesinin ardında; eğitim seviyesinin yükselmesi, çocuk yetiştirmenin maddi külfetinin artması, bireysel yaşam biçiminin yaygınlaşması, daha konforlu bir hayat isteği ve çocukların artık yaşlılık dönemine dair bir sosyal güvence unsuru olarak görülmemesi gibi birçok faktör etkili olmaktadır.
Modern yaşam tarzı, sadakat, güven, sevgi, aidiyet, paylaşım, sabır ve mahremiyet gibi aile değerlerini ciddi şekilde örselemiş; aile, paylaşımın ve dayanışmanın merkezi olmaktan çıkarılarak bireysel özgürlüğün kısıtlandığı, çocukların ve yaşlıların ayak bağı olduğu yapı olarak algılanmaya başlanmıştır. Günümüzde bu değerlerin yerini başarı, bireysel tatmin, tüketim ve zenginlik arzusu almış; bunun sonucunda toplumsal yaşamda kanaatkârlık, ölçülülük ve sade yaşam anlayışı zayıflamış, yerine lüks yaşam arzusu ve rekabet kültürü yerleşmiştir. Bu durum, adeta bir salgın gibi toplumun tüm katmanlarına sirayet etmektedir.
Aile içi mahremiyetin zedelenmesi, basın ve sosyal medya aracılığıyla teşhir edilmesi; cinsel serbestiyetin modernlik ya da özgürlük adı altında meşrulaştırılması, aile bağlarını doğrudan zayıflatan unsurlar arasında sayılabilir.
Bu noktada vurgulamak gerekir ki, sosyal ve görsel medyanın aile yapısı üzerindeki olumsuz etkileri artık göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Günümüzde televizyon ve sinema içeriklerinin ana temalarının cinsellik, şiddet ve aldatma/sadakatsizlik ekseninde şekillenmesi dikkat çekicidir. Bu durumun tesadüf olmaktan ziyade, Türk toplumunun geleneksel değerlerini ve aile yapısını zayıflatmaya yönelik sistemli bir yaklaşımın parçası olduğunu düşündürmektedir. Geçmişte yabancı yapımların toplumumuzun ahlaki dokusuna verdiği zararın ardından, ironik biçimde şimdi de kendi ürettiğimiz dizilerin ihracı yoluyla benzer olumsuz etkileri küresel ölçekte yaygınlaştırdığımız gözlemlenmektedir.
Gündüz kuşağı programları adı altında yayınlanan sözde aile odaklı içerikler, toplumsal değerlerimizle bağdaşmayacak derecede uygunsuz bir niteliğe bürünmüştür. Bu programlar, toplumumuza yönelik en ciddi kültürel tahribatı sistematik biçimde sürdürmektedir. İzleyiciler, bu programlarda sergilenen çeşitli entrika ve olumsuz örneklere sürekli maruz kaldıklarında, “Neden aile kurarak kendime sorumluluk yükleneyim?” veya “nasıl ailenin gerçekten güvenli bir liman olduğuna inanayım?” gibi sorgulamalara yönelebilmektedir. Dikkat çekici olan nokta, bu tür yapımların neden sürekli başarısızlık hikâyeleri ve ahlak dışı davranışları ön plana çıkarırken, zorlukları başarıyla aşmış ailelerin ilham verici deneyimlerini ve çözüm stratejilerini göz ardı ettiğidir. Bu bağlamda toplumsal değerlerimizin korunması açısından, olumlu örneklerin de medyada temsil edilmesi büyük önem taşımaktadır. Kötü örnek olamaz.
Ailede yaşanan sorunlardan bir diğeri de hukuki mevzuattaki boşluk ve sorunlardır. Gayri meşru ilişkilerin (zinanın) serbest olması, sosyal ve görsel medyada sürekli bu tür ilişkilerin sıradanlaştırılması aileyi içeriden çökerten ve şiddeti artıran bir etken olduğu değerlendirilmektedir. Bunun yanında nafaka sorunu ve evden uzaklaştırma kararı da bu bağlamda ele alınması gereken konulardan bazılarıdır. Kanunun sağladığı bir takım tedbirlerin kötüye kullanılması, karı-koca ilişkilerine geriye dönüşü olmayan zararlar verebilmektedir. Sahadan gelen geri bildirimler ve artan şikâyetler ışığında, söz konusu meselelerin kapsamlı bir revizyona tabi tutulması artık kaçınılmaz bir gereklilik olarak karşımızda durmaktadır.
Modernite, insanlığa sunduğu iki temel serbestlik alanıyla -cinsel özgürlük ve din eleştirisi- toplumsal dokumuzda derin yaralar açmıştır. Tarihi süreç içerisinde insanoğlu, ailenin sağladığı fiziksel güvenlik ve dinin bahşettiği ruhsal huzur içinde varlığını sürdürmüştür. Bu iki sığınak, fırtınalı zamanlarda insanın sığındığı güvenli limandı. Bugün ise modern insan, kendi elleriyle yıktığı bu sığınakların yokluğunda hem bedenen hem ruhen korumasız bir alanda, anlam arayışının soğuk rüzgârlarına maruz kalmaktadır. Artık ne bedenimizi sarıp sarmalayan bir yuvanın sıcaklığı, ne de ruhumuzu teskin eden kutsal değerlerin rehberliği tam anlamıyla yanımızda. Modern çağın çocukları, atalarının asırlarca içinde huzur bulduğu bu iki kadim sığınaktan mahrum, adeta açık denizlerde pusulasız kalmış gemiler gibi savrulmaktadır.
Aile birliğinin son bulması olan boşanmaların sıradanlaşması, olağan bir hal alması da gençleri evlilik konusunda tedirgin etmektedir. Bu bağlamda tamamlanmamış, parçalanmış ve çözülmüş ailelerin modernleşme ile birlikte daha fazla görülmesi aileye olan güveni sarsmaktadır.
Son yıllarda ülkemizde kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet olaylarının artması da evliliği olumsuz etkileyen unsurlardan biri olduğu aşikardır. Evlenecek gençlerin bu tür olumsuzlukları görmesi evliliğe/aileye olan yaklaşımı olumsuz etkilemektedir.
Toplumsal tartışmalarda ataerkil düzenin sadece olumsuz yönleriyle ele alınması ve kadınların mağduriyeti üzerinden yapılan keskin eleştiriler, aile kurumunun bütünlüğüne ve toplumsal değerine olan inancı zayıflatmakta, yapıcı çözümler yerine kutuplaşmayı derinleştirmekte kadın ve erkeğin birbirinin rakibi/düşmanı gibi algıya sebep olmakta ve toplumun aile kurumuna olan güvenini ve bağlılığını derinden sarsmaktadır.
Aileyi tehdit eden faktörlerden biri de günümüzde küresel çapta yaygınlaşan, geleneksel cinsiyet rollerini sorgulayan akımların (cinsiyetsizleştirme projelerinin) bir ideolojiye dönüştürülmesi ve bunların klasik aile yapısına alternatif olarak sunulmasıdır. Neslin devamını tehdit eden bu tür yaklaşımlar, biyolojik gerçeklikleri göz ardı ederek toplumsal değerlerin aşınmasına yol açmakta ve aile kurumunun temellerini sarsmaktadır. Bu durum, sadece demografik dengeleri bozmakla kalmayıp, toplumun kültürel aktarım mekanizmalarını da zayıflatarak gelecek nesillerin kimlik ve aidiyet duygularını olumsuz etkilemektedir.