1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti tarafından ilhak edilen ve aslında 200 yılı aşkın süredir Çin egemenliği altında acı çeken Doğu Türkistan, günümüzde dahi benzeri az görülen bir insanlık dramına sahne olmaktadır. Bölgede yaşayan Müslüman Türkler, uluslararası hukukun ve temel insan haklarının hiçe sayıldığı ağır bir zulme maruz kalmaktadır.
Bu zulüm, sadece siyasi bir işgalin ötesinde, kültürel, dini ve etnik bir temizlik teşebbüsü olarak yorumlanabilecek boyutlara ulaşmıştır. Özellikle dini özgürlükler konusunda yaşanan kısıtlamalar, Doğu Türkistanlı Türklerin en temel haklarını ellerinden almaktadır. Ramazan aylarında oruç tutmak, namaz kılmak gibi İslam'ın en temel ibadetleri dahi yasaklanmakta, hatta bu yasaklara uymayan çalışanlar ağır cezalara çarptırılmaktadır.
Çocuklara dini eğitim vermek, camilere gitmek veya dini semboller taşımak dahi büyük riskler taşımaktadır. Bu baskılar, bir halkın inanç ve kimlik bağlarını koparmaya yönelik sistematik bir politikanın parçasıdır. Çok sayıda Doğu Türkistanlı, Çin hükümeti tarafından "yeniden eğitim kampı" adı verilen toplama kamplarına kapatılmaktadır.
Bu kamplarda insanların beyinlerinin yıkandığı, işkence ve kötü muameleye maruz kaldığına dair uluslararası raporlar ve tanıklıklar bulunmaktadır. Bu kamplar, fiilen birer hapishane işlevi görmekte, insanların iradelerini ve kimliklerini yok etmeyi hedeflemektedir. Kadınlara yönelik uygulanan insanlık dışı politikalar ise ayrı bir trajediye yol açmaktadır. Doğu Türkistanlı kadınların Çinli erkeklerle zorla evlendirilmesi, kültürel ve demografik yapıyı değiştirmeye yönelik barbarca bir adımdır.
Bu evlilikler, çoğu zaman rızaları alınmadan, ailelerinden koparılarak gerçekleştirilmekte ve kadınların insanlık onurlarını derinden zedelemektedir. Filistin sorununda da görüldüğü gibi, Türk dünyasının ve genel olarak İslam ülkelerinin bu zulme karşı sergilediği zayıf duruş, vicdanları yaralamaktadır. Ekonomik çıkarlar ve jeopolitik dengeler uğruna insanlık dışı bu uygulamalara sessiz kalmak, adeta bu zulme ortak olmak anlamına gelmektedir.
Çin Halk Cumhuriyeti ise tüm bu insanlık dışı eylemleri, kendi iç meselesi ve "terör örgütlerine karşı mücadele" olarak lanse ederek uluslararası baskıyı azaltmaya çalışmaktadır. Oysa bağımsız gözlemciler, bu iddiaların büyük ölçüde asılsız olduğunu ve Çin'in kendi güvenlik kaygılarını etnik ve dini baskılar için bir bahane olarak kullandığını belirtmektedir. Doğu Türkistan Özerk Bölgesi'ndeki fabrikalarda çalıştırılan Türklerin emeklerinin sömürülmesi de bu zulmün ekonomik boyutunu gözler önüne sermektedir.
Düşük ücretlerle, ağır şartlar altında çalıştırılan insanlar, adeta modern kölelik koşullarında yaşamaktadır. Bu durum, Çin ekonomisinin büyümesinde Doğu Türkistan'ın insani maliyetinin ne denli yüksek olduğunu göstermektedir. Doğu Türkistan'da yaşananlar, 21. yüzyılda insanlığın ortak hafızasına kazınması gereken bir utanç tablosudur. Bu drama karşı sessiz kalmak, sadece Doğu Türkistanlılara değil, tüm insanlığa karşı işlenen bir suçtur.
Uluslararası toplumun, insan hakları örgütlerinin ve özellikle de Türk ve İslam dünyasının bu konuya daha fazla eğilmesi, somut adımlar atması ve Çin üzerindeki baskıyı artırması, Doğu Türkistan halkının sesi olmak adına büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde, bu asimetrik zulüm, gelecekte çok daha büyük insani krizlere yol açma potansiyelini barındırmaktadır.