Tahliline devam ettiğim, Muhiddin-i Arabi'nin meşhur eseri Füsus-ul Hikem-i şerh eden Mısırlı yazar Ebu-l Ala Afifi'nin tespitlerinden istifade ederek yazmaya devam edelim:

Göz için göz bebeği ne ise, Hak için İnsan-ı Kamil de odur. Nasıl ki göz, göz bebeği ile görür, insan da kendisiyle Hakk'ın kendisini gördüğü tecelligahtır. Çünkü O' Hakk'ın aynasıdır. Eğer insan yaratılmasaydı, bu irade gerçekleşmez ve Hak'ta bilinmiş olmazdı. İnsan, alemi koruyan ve nizamını devam ettiren bir varlıktır. (Füsus, Âdem Fassı)

İbnü-l Arabi, insanı överken ve değerini yüceltirken son derece mübalağalıdır. Çünkü ruhi cismani ve nefsi kemaliyle insanın yapısı Allah'ın suretidir. Hiç kimseye, bu suretin nizamını ortadan kaldırma işini üstlenmek yaraşmaz. Zira bu nizamın bozulması ve insanın yaratılmasında ki amacın da ortadan kalkması demektir. (Yusuf-i Fas.)

İbnü-l Arabi, Hakikat-ı Muhammediye'yi, bütün vahiylerin ve ilhamların kaynağı kabul eder. İlham ve vahiyde eşit oranda veli ve nebilere aittir. Bana göre Hakikat-ı Muhammedi'ye, Sofiler de ki 'Kutup', Karmetiler de ve İsmail'iler de ki 'Masum İmam' ile eşittir. Başka bir ifadeyle O, ruhani alemin etrafında döndüğü merkezdir.

Tespit ettiğimize göre günah ve itaatin gerçek delaletleri yok ise, daha doğrusu dini bir içerikleri yok ise, Vahdet-i Vücut gibi bir sistemde cezalandırma ve mükafatında pozitif bir içeriğinin olmaması gerekir. Sonuç olarak İbnü-l Arabi şöyle diyor: Mükafat, itaatkarın nefsinde günahtan meydana gelen eserin ismidir. Cezalandırma da, günahkarı nefsinde günahtan meydana gelen eserin ismidir. (Yani, Arabi'ye göre ahirette sevaba mükafat, günaha da ceza yoktur.)

O' halde, dini anlamıyla ahiret hayatında bir azap ve mükafat yoktur. Bilakis bütün yaratıkların varış yeri ister cennet, ister cehenneme girmesi takdir edilenler olsun ebedi nimettir. Çünkü suretleri farklı ve isimleri değişik olsa da hepsinin nimeti birdir.

İbnü-l Arabi, cehennem ehli hakkında şöyle demektedir: Eğer şekavet girerlerse onlar, orada bir nimet içindedirler ki, farklıdır. Huld cennetinin nimetlerinden, fakat gerçek birdir. Aralarında sadece tecellide bir ayrım vardır. Lafzın tatlılığında azap isimlendirildi. Bu ise kabuk gibidir, kabuk ise korur.

Cennet ehli ile cehennem ehlinin arasında ki fark ise, her iki gurubun Allah'ı bilmede ki dereceleri ve Hak ile zatı birlikteliklerini gerçekleştirme mertebelerine göredir. İbnü-l Arabi'nin delili açık ve nettir. Buna göre 'Allah'ın nimeti her şeyi kuşatmıştır.'

Hayatında kamil anlamda vahdeti gerçekleştiren ve bu vahdetin sırrını bilen kimse, en büyük nimeti elde eder.

O'na göre alem Allah'ın gölgesi, zatında varlığı olmayan şeydir. Fakat alem, hakikati ve cevheri açısından Allah'ın kadimliği gibi kadimdir. Âlemin yaratılması, onun yoktan var edilmesi değil, Hakkın varlık suretinde ki sürekli tecellisidir. İbadet edilen (Mabud), mahlûkatın onun hakkında ki itikat suretleri farklı olsa bile, bir olan Hak'tır. Cennet ve cehennem, Allah'a yakınlık ve ondan perdeli kalma azabının iki ismidir. Günah ve itaat, şer'i tekliflerde karşılığı olan iki isimdir.

İbnü-l Arabi, varlığı sadece Hakka tahsis etmiştir. Âlemi ise onun gölgesi ve sureti kabul etmiştir.

İbnü-l Arabi'nin sisteminde 'Milletlerin yolu', inançları farklılaşmış ve mezhepleri çoğalsa da, bütün dinlerin götürmek istediği yegane doğru yoldur ki, oda Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i mabuttur. Çünkü varlıkta, Allah ve onun eserlerinden başka hiçbir şey yoktur. İbadet edilen her şey, mutlak anlamda ki mabudun, mutlak anlamda ki mahbubun ve mutlak anlamda ki güzel olanın bir tecelligahıdır ki, oda Allah'tır.

İşte bu, İbnü-l Arabi'nin şu beyitlerinde işaret ettiği sevgi bu dindir:

- Ben sevgi diniyle dinlendim, nereye yönelse de.

- Onun binekleri, artık din, dinimdir, imanımdır.

- İnsanlar İlah hakkında inançlar ortaya koymuşlardır.

- Ben onların inandıklarının hepsine inandım.

Buraya kadar yazılanlar, Füsusu-l Hikem-i şerh eden Afifi'nin çıkardığı özetlerdir. Bundan sonrası ise, Arabi'nin Fas'lar da ki anlattıklarının özetleridir.

Birinci Fas, Âdem-i kelime: Burada hepsi ile kast olunan, Hak ve Halk, ya da Allah ile alemdir. İbnü-l Arabi'ye göre bunların ikisi de muhtaçtır. Yaratılmışların Hakka ihtiyacı açıktır. Hakkın halka ihtiyacı ise, isim ve sıfatların görünmesi ile ilgilidir. Eğer isim ve sıfatların görünmesi olmasaydı, Hak hadisi kutsi de işaret ettiği gibi 'Gizli hazine' olarak kalmaya devam ederdi.

İkinci Fas, Şit kelimesi: İbnü-l Arabi'ye göre kader anlayışı tamamen Cebriye inancı ile eşittir. O' halde Allah'tan bir şey istemek veya dua etmek cehalettendir. Çünkü her şey ezelde takdir olunmuştur ve takdir olunduğu tarzda gerçekleşecektir. Günah ya da itaat, hayır ya da şer, iyi ya da kötü olması eşittir. Eğer bir şeye ulaşmak, dua ve talep ile gerçekleşeceği takdir edilmişse o, bunların dışındadır. Kamil Sofi ise, hiçbir şeyi istemez. O' her an ruhi istidadının boyutlarına hakim olabilmek için kalbini kontrol eder.

İbnü-l Arabi'nin bazı konularda ki kanaatleri: Şer'i ilim, Peygambere melek lisanı ile vah yedilir. Velinin batıni ilmi ise, onun 'Hatemü-l Evliya'dan tevarüs ettiği bir verasettir. (Yani, onlara miras kalmış ) Bu ister Resul, ister Nebi, ister sadece Veli olsun hepsi için böyledir. Hatemü-l Evliya'da kendi devrinde hepsinin ruhi feyiz kaynağı olandan bu bilgiye varis olur. Bu kaynak, 'Ruhu Muhammed-i, ya da Hakikat-i Muhammedî'yedir.' İlmi batıni varisleri arasından sadece Hatemü-l Evliya, ilmini doğrudan Sofilerin genellikle 'Kutup' diye işaret ettikleri Ruhi Muhammed'den alır.

'Hakikat-ı Muhammedi'ye ya da Ruh-i Muhammed-i' ile peygamber olan Hz. Muhammed değil, Plotinu' da ki 'Aklı evvel'e' Hristiyanlar da ki 'Logos' kelimesine tekabül eden Hz. Peygamberin kadim hakikati kast edilir.

İbnü-l Arabi, 'Âdem toprak ile su arasında iken ben peygamber idim' hadisinde kast olunan şeyinde bu olduğunu belirtir. Yoksa bu hadisin anlamı, hadisin zahirinin delalet ettiği 'benim nebi olmam Âdem'in yaratılmasından önce takdir olunmuştu' değildir. Bilakis 'Benim hakikatim veya Akl-ı ilahiden olan ruhun, Âdem var olmadan önce mevcuttu' demektir.