Türkiye'nin "muasır medeniyetler seviyesine ulaşma" hedefi, kökenleri 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'na dayanan ve günümüzde de canlılığını koruyan bir idealdir. Bu hedef, sadece teknolojik ve ekonomik ilerlemeyi değil, aynı zamanda toplumsal gelişimi, hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi ve insan haklarını da içeren geniş bir perspektifi kapsar. Ancak bu hedefe giden yol, Türkiye'nin tarihsel süreçte karşılaştığı iç ve dış dinamikler, siyasi çalkantılar ve değişen dünya konjonktürü ile sürekli şekillenmiştir. Modernizm veya batıcı düşüncenin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki kökenleri, 19. yüzyılda Tevfik Fikret gibi pozitif bilimlere ilgi duyan aydınların öncülüğünde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Batı'nın bilimsel ve teknolojik ilerlemelerine karşı duyulan hayranlık, imparatorluğun içinde bulunduğu çöküşten kurtulma arayışıyla birleşmiştir. Ancak Fransız İhtilali'nin etkisiyle yayılan ulus devlet düşüncesi, Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan Arşidüklüğü gibi çok uluslu imparatorlukları parçalayıp yıkıma uğratmıştır. I. Dünya Savaşı'nın ardından ortaya çıkan yeni dünya düzeni, ulus devletlerin kuruluşuna zemin hazırlamış ve 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte "muasır medeniyetler seviyesine ulaşma" hedefi, ülkenin en temel ideallerinden biri haline gelmiştir. Erken Cumhuriyet dönemi, bu hedefe ulaşma yolunda önemli adımların atıldığı bir süreç olmuştur. Eğitimde, hukukta, toplumsal yaşamda yapılan reformlar, ülkenin çağdaşlaşma çabasının somut göstergeleridir. Harf İnkılabı, Medeni Kanun'un kabulü, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi düzenlemelerle Batı medeniyetinin temel değerleri benimsenmeye çalışılmıştır. Türkiye'de her iktidar dönemi, halka "muasır medeniyetler seviyesine ulaşma" veya benzeri büyük vaatlerle gelmiştir. 1950'li yıllarda Demokrat Parti'nin "Büyük Türkiye" sloganıyla iktidara gelmesi, bu vaatlerin en dikkat çekici örneklerinden biridir. Demokrat Parti'nin sunduğu bu vizyon, dönemin Amerikan rüyasıyla benzeşerek, ülkenin milyonerlerin cirit attığı bir cennet olacağı vaadini taşıyordu. Ancak bu vaatler, çoğu zaman gerçekle bağdaşmamış, hatta ülkeyi daha da zor duruma sokmuştur. 1954 yılında Türk halkının şeker yokluğundan kuru üzüm yemek zorunda kalması, bu dönemdeki ekonomik sıkıntıların trajik bir göstergesidir. Eğer tarif edilen "muasır medeniyetler seviyesi" bu ise, şüphesiz ki halkın böyle bir duruma razı olması mümkün değildir. Ne var ki, Türkiye'nin modernleşme serüveni her zaman düz bir çizgide ilerlememiştir. Merkezî otoriteyi kökünden sarsan askeri darbeler, ülkenin demokrasi ve çağdaşlaşma hedeflerine ciddi zararlar vermiştir. Basın ve düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı, yüz binlerce kişinin mağdur olduğu bu dönemler, Türkiye'nin "muasır medeniyetler" idealiyle çelişen bir tablo sunmuştur. Darbeler, toplumsal kutuplaşmayı artırmış ve ülkenin ilerlemesini sekteye uğratmıştır. Günümüz Türkiye'si, 2025 yılına gelindiğinde, hala ekonomik buhranın etkileriyle boğuşan bir tablo çizmektedir. Emeklisinden, köylüsüne, memurundan, işçisine, çiftçisinden, esnafına kadar toplumun tüm kesimlerini etkileyen yoksulluk, ülkenin karşılaştığı en temel sorunlardan biridir. Yolsuzluk ve suç oranlarındaki artış, toplumsal güvensizliği derinleştirmekte ve "muasır medeniyetler" idealinden uzaklaşan bir vizyon sunmaktadır. Bu durum, Türkiye'nin "muasır medeniyetler seviyesi" hedefine ulaşmaktan halen uzakta olduğu yorumunu güçlendirmektedir. Türkiye'nin bu hedefe ne kadar yaklaştığı veya ulaştığı tartışılabilir bir konudur. Ancak şurası bir gerçektir ki, bu ideal, ülkenin geleceğine dair umutları ve çabaları şekillendirmeye devam etmektedir. Türkiye'nin bu hedefe ulaşabilmesi için demokratik değerlerin güçlenmesi, hukukun üstünlüğünün tam anlamıyla tesis edilmesi, ekonomik refahın adil dağılımı ve toplumsal barışın sağlanması elzemdir.