Aşk istiyorsan ateşi yak başında bekle, der eskiler. Farklı dünyaların iki insanı âşık olunca o iki dünya bile birleşip aşklarına saray oluyor bazen.

Birbirini seven ama farklı dünyaların insanı olan iki genç… Kızın adı Aida’ydı. İtalya’da yaşayan Fransız asıllı bir ailenin tek kızı... Erkek ise Türkiye’de İstanbul’da yaşıyordu. İsmi Âdem’di. Zaten isimlerinin benzerliği ikisinin de dikkatini çekmiş ve tanışmalarına sebep olmuştu. Âdem’in mülakat için gittiği İtalyan temizlik şirketinin panosundaki alfabetik sıraya göre asılmış listede kendi ismine bakarken yanlışlıklar elleri birbirine dokunmuştu. Tıpkı filmlerdeki gibi dönüp birbirlerine baktılar. İşte tam o sırada olan oldu. Ancak çocuğun kurabildiği üç beş tane İngilizce cümle dışında kullanabilecekleri bir iletişim yolu yoktu. Yine de yüz yüze oldukları için jest ve mimiklerle anlaşabilmişlerdi. Sözleri değil, gözleri konuşuyordu. Tüm dillerde ortak olan aşk ikisini de vurmuştu. Birlikte çok güzel zaman geçirdiler. Zor olan kısım ise bundan sonrası için geçerliydi. Çünkü Âdem’in Türkiye’ye dönüş vakti gelmişti.

Muhtemelen şirket onu iş için geri çağırmayacaktı. Çünkü her ne kadar aranan koşullar bölümünde yabancı dil şartı koyulmamış olsa da mülakatta Âdem’e İtalyanca sorular sordular. Temizlik şirketi olmasına rağmen bu kadar ince elenip sık dokunmasına Âdem çok şaşırmıştı. Ancak Aida’nın simasından başka İtalya’da kalan hiçbir şey olmamıştı onun için.

Türkiye’ye döndükten sonrası Âdem için çok zor geçiyordu. Âdem sekiz çocuklu fakir bir ailenin en büyüğüydü. Çocukluğu boyunca kıt kanaat geçinmek zorunda kalmış, babası vefat ettikten sonra da evin reisi olup kardeşlerinin, annesinin geçimini üstlenmişti. Ancak şimdi yüreğinde yanan aşk ona her şeyi unutturmuştu.  Ne olursa olsun maddi sıkıntıları giderecek, dil öğrenecek ve sevdiği kadına kavuşacaktı. Sonrasında ne mi oldu

Böyle bir hikâyede beklenen sonuç genellikle şöyledir: Erkek dil öğrenmiştir, kızı bulmuştur. Evlenmişlerdir. Kısmen bu tahmin doğru ama eksik olan bazı kısımlar var.

Âdem Türkiye’ye döndükten sonra Türkiye’deki özel bir okulda temizlik şirketi bünyesinde çalışmaya başladı. Bedeni yaşadığı şehirde, aklı İtalya’da kalmıştı. Okulun kütüphanesini temizlerken dolapta eski bir Fransızca gramer kitabı gördü. O kitap o andan itibaren Âdem’in başucu kitabı oldu. Geceleri bol bol kelime ezberliyor, gündüzleri okulda temizlik yaparken öğrendiği bir kelimenin tekrarını yapıyordu. Âdem kısa süre sonra çalıştığı okuldan ayrılıp Fransızca tercümanlık yapmaya başladı. Ve biriktirdiği parayla İtalya’ya, Aida’sına uçtu.

Aida daha önce karşılaştıkları şirkette işe girmişti. Âdem’i karşısında görünce ne yapacağını bilemedi. Kendi unuttuğu anadili olan Fransızcayı Âdem’in ağzında duyunca çok şaşırdı. Uzun süre konuştular. Âdem Fransızcayı öyle öğrenmişti ki Aida’nın uzun süredir hiç aklına gelmeyen Fransızca kelimelerle adeta ona serenat yazıyor, aşkını tekrar tekrar ilan ediyordu. Âdem Aida’nın gözlerinin içine bakarak o an hissettiği tüm duyguları bir şiir gibi doğaçlama şekilde aktarıyordu. Bunu yaparken de hiç zorlanmıyordu, çünkü aşkın kendisi zaten bir şiirdi.

Aida’yı huzursuz eden bir şey vardı. Âdem Fransızcayı çok öğrenmiş olmasına rağmen o, çocukluktan beri İtalya’da yaşadığı için hem kendi diline yabancı kalmış hem de temizlik şirketinde kullanılan birkaç kalıp cümle haricinde İtalyancayı pek öğrenememişti. Çok geçmeden Âdem onun yüzündeki solgun ifadeyi fark etti. Aida durumu Âdem’e anlattı. Şüphesiz ki Âdem bu durumu bir problem olarak görmedi. O zaten içinden gelen tüm nağmeleri sevgilisine gümüş tepside sunuyordu. Ama Âdem’in bu sevgisine aynı dilde karşılık verememek Aida’yı günden güne huzursuz etmişti. Âdem’in şair ruhuna karşı kendini yeterince ifade edememek, bülbülün aşkına suskun kalan gülün durumuna benziyordu.

Sevgilisinin bu hüznüne kıyamayan Âdem çözüm olarak ona unuttuğu dil olan Fransızcayı öğretmeye başladı. Ancak ne olursa olsun Aida Fransızcayı ana dili gibi anlayamıyor, yeteri kadar özümseyemiyordu. Hatta uzun yıllar İtalya’da yaşadığı için her ne kadar pek bilmese de İtalyanca ’ya olan yatkınlığı daha fazlaydı. En sonunda İtalyanca ve Fransızcayı karıştırıp konuşmaya başladılar. Âdem Fransızca konuşuyor, Aida İtalyanca cevap veriyor ve bir şekilde iletişimi sağlıyorlardı. Hatta öyle ki artık iki dil de unutulmuş, iki dilin tam ortasında bir köprü kurulmuş ve o köprünün üstündeki bağlar onları birbirine sımsıkı bağlıyor gibiydi.

Onlar birbirlerini o kadar çok sevdiler ki iki dili de bırakıp sadece kendilerinin anladığı bir dili konuşmaya başladılar. Fransızca ’da seni seviyorum “Je t'aime” , İtalyancada ise “Ti amor” anlamına geliyordu. Onlar ise birbirlerine “Ti t’aime” diyorlardı. Artık onların dilinde yazılan her söz şiirin ta kendisi olmuştu

Âşık için ne dağlar ne denizler ne çöller vardır ne de engeller. Âşık için sadece aşk vardır ve bir de sevgiliye götüren yollar.

Aşk iki dünyayı bile buluşturup birleştirir.