Geçtiğimiz hafta sonu, rutin sağlık kontrollerim için aile hekimime uğradım. Saat on civarıydı; kan tahlili için son dakikada yetiştim. Benimle birlikte sıradaki son hastaymışım. Aile hekimim, yıllardır sağlık konularında yanımda olan, aynı zamanda samimi bir dostumdur. “Bugün kaç kişi baktın?” diye sordum. “Seninle birlikte elli ama öğleden sonrası da var!” dedi. Şaşırdım, “Bu çok değil mi?” deyince, içini çekerek “Çok, maalesef” dedi. Ardından gelen sohbet ise adeta sağlık sisteminin derin yaralarına tutulmuş bir aynaydı.

Aile sağlığı merkezleri, sağlık sisteminin en temel basamağı olması gerekirken, bugün geldiğimiz noktada hastaların da hekimlerin de sıkıntı yaşadığı, yoğun ve yıpratıcı bir iş yüküyle baş etmeye çalıştığı kurumlara dönüşmüş durumda. Hekim her ilacı yazamıyor. Yazdığında ise performans puanı düşüyor, bu da doğrudan maaşına yansıyor. Bu nedenle birçok hasta, basit bir ilaç için bile hastanelere yöneliyor. Hal böyle olunca hem aile hekimlikleri hem de hastaneler fazlasıyla kalabalıklaşıyor.

Ondan önceki hafta da göz hekimi arkadaşıma göz muayenesi için uğradım. Öğleden sonraydı, o gün yüzden fazla hastaya bakmıştı. “Bu yoğunlukta ne hastaya yeterli zaman ayırabiliyorum ne de kendime. Ne hasta memnun ne de ben. Çözüm mü? Açıkçası bilmiyorum,” dedi. Gerçekten de sistemin içinde çırpınan hekimlerin sesi artık duyulmalı.

Bir başka can yakan mesele de özel hastaneler. Özel sağlık kuruluşları, yüksek fiyatlarla yalnızca vatandaşın değil, sigorta kurumunun daha doğrusu devletin de belini büküyor. Bu konuda bizzat yaşadığım bir tecrübe var. Eşimi yakın zamanda iki gün özel hastanede yatırdık. Tanıdık olmamıza ve 'ikramlı' denilen tarife uygulanmasına rağmen ödenen ücret oldukça yüksekti. Üstelik hastane bu ücretin en az bir o kadarını da devletten tahsil etti. Bu uygulama hem adaletsiz hem de sürdürülebilir değil.

Ülkemizde ilaçların, medikal cihazların ve sarf malzemelerinin büyük çoğunluğu ithal ediliyor. Bu durum zaten ekonomik anlamda ciddi bir yük oluştururken, bir de bu hizmetlerin bilinçsizce kullanımı sisteme büyük zarar veriyor. “Nasıl olsa ücretsiz” anlayışı, vatandaşın en küçük şikâyetle sağlık kuruluşlarına başvurmasına neden oluyor. Sonuçta hem insan kaynağı hem de kaynak israfı yaşanıyor.

Bu tabloya bakıldığında sağlıkta reformlar yapılmasına rağmen sistemin hâlâ sancılı bir şekilde ilerlediği görülüyor. Batı ülkelerinde uygulanan modeller incelenmeli. Örneğin, sık sağlık hizmeti kullananlardan daha yüksek prim ya da ücret alınması gibi. Tıpkı kasko sigortalarında olduğu gibi, kişinin sağlık kullanım geçmişine göre bir risk primi belirlenebilir. Bu yöntem, hem adil olur hem de hizmetin daha bilinçli kullanımını teşvik eder.

Devlet, sağlık harcamaları için her yıl devasa bütçeler ayırıyor. Ancak ortadaki tablo gösteriyor ki ciddi bir kaynak israfı söz konusu. Hükümetin tasarruf tedbirleri aldığı bu dönemde sağlık alanındaki kayıplar göz ardı edilmemeli. Aksi halde, “sağlıkta çağ atladık” sözleri büyük bir çöküşe dönüşebilir.

Sağlık, bir ülkenin en kıymetli hazinesidir. Bu hazineyi korumanın yolu, sadece beton binalar yapmak, cihazlar almak değil; adil, etkin ve sürdürülebilir tüm unsurların uyumla işlediği bir sağlık ekosistemi kurmakla mümkündür. Mevcut sistem, ne hekime ne hastaya ne de devlete zerre fayda sağlamıyor.