
Şadiye ÖZTÜRK
Aramızda Kütüphane Kuracak Birisi Var mı
Lise dönemi öğrencilik yıllarımızda Ziyabey Kütüphanesi, belki de en çok uğradığımız mekanlarımızdan biriydi. Okulumuzun yolu üzerindeydi. Hem sabah hem öğleden sonra eğitim gördüğümüzden öğle yemeği arasında veya akşam okul dönüşünde özellikle de cumartesi günleri ile on beş tatil dediğimiz sömestre tatilinde vaktimizin büyük bir bölümünü Ziyabey Kütüphanesi'nin ikinci katında çok geçirmişimdir. Kütüphane binasının yol üzerindeki birinci katı alış veriş yapılan dükkanlar olarak kullanılmaktaydı o zamanlar... Binanın Paşa Camisi tarafındaki köşesindeki ilk bölüm Maarif Kitabevi idi. Bir de Kütüphanenin giriş kapısının sağ tarafında kalan bölümlerden biri İslam Kitabevi'ydi. Diğer dükkanları ise net olarak hatırlamıyorum ama nalbur, hırdavatçı türü dükkanlardı sanıyorum.
Bu iki kitabevinin vitrinine, vitrinine dizilmiş kitaplara, kitapların isim ve yazarlarına defalarca baktığımı, vitrinlerin önünde uzun vakitler geçirirdim... Kütüphanenin kapısı her iki tarafında üçer dükkan bulunan binanın orta kısmındaydı ve kaldırımdan oldukça yüksekti; basamak olarak kullanılmak üzere konulmuş bir taş parçasının üstüne basılarak çift kanatlı kapısını açıp içeriye girerdik. Taş zeminli holü geçtikten sonra sağlı sollu iki ayrı taraftan hafif bir kavisle yükselerek orta sahanlıkta tek merdivene dönüşen ve oradan ikinci kata doğru uzanan ahşap merdivenlerden yukarıya çıkmak, nedense hep bana çok farklı bir duyguyu yaşatırdı… Evimizin ikinci katına uzanan ve bahçede üzeri açık ve evin duvarına bitişik şekilde yapılmış eskimiş kırık dökük merdivenimizle mukayese edilemeyecek kadar hoş ve harika olmasındandı belki de... Genelde beraber gittiğim sınıf arkadaşım Muzaffer ile Kütüphane'nin birimiz sağ diğerimiz sol tarafındaki basamaklardan çıkarak sahanlıkta karşılaşmamızın zevkini yaşardık adeta… Merdiven basamaklarına bastıkça tahtadan çıkan hafif gıcırtılı sesi duymak hoş bir duyguydu. Ama ikinci kata çıktığımızda merdiven başı sahanlığının iki tarafında bulunan biz çocuklara oldukça devasa görünen yüksek kapıyı gıcırdatmadan açmak için neredeyse nefesimizi tutar, sessiz bir şekilde kapıyı açardık. Yine taban tahtalarından ses çıkmasın diye yavaş yavaş yürüyerek adeta süzülerek boş bir masa bulup oturmak için odayı bir baştan bir başa gözden geçirirdik. Yer bulmak zordu, rahat, sessiz ve sıcak bir mekanda ders çalışmak o günler için bulunmaz bir imkandı. Boş bulduğumuz yere oturur, koltuğumuzun altındaki defter ve kitapları masanın üzerine koyardık. Salondaki masalar, ders çalışan ya da kütüphanenin kitaplarından yararlanarak ödev hazırlayan öğrencilerle dolu olurdu genellikle... Oldukça sessizdi ortam... Salonun orta yerindeki saç sobada çıtırdayarak yanan odunun sesi bu sessizliği tatlı bir mûsiki olarak adeta şenlendirirdi. Tüm masalar dolu olduğunda ise salonun öbür ucundaki yine yüksek kapılı odaya girer orada boş masa varsa otururduk. Bu odada kütüphanenin müdürü mü, yöneticisi mi olduğunu bilmediğim ama hizmetkarlığını yapan, isteyene aradığı kitabı veren, ödevlerine yardımcı olan yetmiş seksen yaşlarına dayanmış güleryüzlü bir ihtiyar alakadar olurdu. Sanıyorum Hüseyin emmi diye hitap ederdik. Mütebessim bir çehresi vardı, çoğu zaman akranı olan birkaç ihtiyar daha gelir ve otururlardı; hafif seslerle muhabbet ederlerdi. Günlük gazeteler gelirdi Kütüphane'ye. Mahalli gazeteyi ilk defa kütüphanede görmüştüm. İhtiyarlar, gözlüklerini burunlarının üzerlerine düşürerek gazete okurlardı, bazen yorum yaparlardı kendi aralarında… Gazete okumaya işte Ziyabey Kütüphanesi'nin bu odasında başladım. Dersimizi bitirdikten sonra, gazeteyi elimize alır sayfalarını çevirir ve okurduk. Zamanla tiryakisi olduğumu, dersim olmadığı zamanlarda bile kütüphaneye gazete okumak için gittiğimi hatırlıyorum.
Kütüphane sıcaktı, sadece yanan sobasıyla değil, camekanlarının arkasına dizilmiş irili ufaklı, inceli kalınlı cilt cilt kitaplar hep ilgimi çekerdi… İsimlerini okumak, bazen alıp içlerine bakmak ve sayfalarını karıştırmak, onlara dokunmak, genç yaşımda doyumsuz bir hazdı benim için…
Sonradan öğrendiğime göre, Ziyabey Kütüphanesi o zamanlar devletin bir kurumu, kütüphanesi değildi. Özeldi. Orada hizmet eden bizlere kitap veren yaşlı adamda devletin memuru değildi. Ziyabey Kütüphanesi, Sivaslı Mütevellizade ailesinden ve Sivas milletvekiliği de yapan Ziya Bey (Başara)'nın şahsi imkanlarıyla 38 yaşında iken 1908 yılında binasını yaptırdığı yine içerisini teşrif ederek, kitapları kendi imkanlarıyla temin edip oluşturduğu ve kütüphanenin hem personel hem de bakım giderlerini kendi mal varlığından karşıladığı özel bir kütüphane...
Ziyabey Kütüphanesi, bugün Yazma Eserler Kütüphanesi olarak hizmet vermeye devam ediyor olsa da kurulduğu 1908'den 1978 yılına kadar 70 yıl her türlü giderini Mütevellizade ailesinden Ziyabey'in ve çocuklarının karşıladığı özel bir kütüphane olarak ilim hayatımızın ve insanımızın hizmetinde olmuştur.
Bu hizmetlerin, devlet katkısı olmadan, devletten bir şey beklenilmeden, bu toprakların, bu şehrin bir ailesi tarafından yapılmış olması üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.
Devlet katkısı olmadan Sivas'ta yapılan hizmet sadece özel bir kütüphane değil sadece Ziya Bey de değil...
Sivas'ın kültür coğrafyasına, medeniyet dünyasına baktığımızda Ziyabey Kütüphanesi gibi daha nicelerini görebilmemiz mümkün. İlk aklımıza gelen ve bugün herkesin sadece bir sanat eseri olarak gördüğü Buruciye Medresesi, Şifaiye Medresesi, Çifteminareli Medrese, Gökmedrese birer irfan yuvası olarak 800 yıla yaklaşan bir süreçte, devletten hiçbir katkı beklenilmeden, bu milletin ilim merkezleri olarak özel teşebbüs tarafından binası yaptırılan ve asırlarca her türlü giderini karşılayacak şekilde vakıfları kurularak bu millete hediye edilen kurumlardır. Yine Dar'ül Raha başta olmak üzere yüzlerce vakıf kurularak, yoksulun, yolcunun, hastanın, sıkıntıda olanın ihtiyaçlarını kimseye muhtaç olmayacak şekilde karşılayan, devlete yük olmaktan çıkaran, toplumsal yardımlaşmanın emsalsiz birer örneği olarak bu toprakların insanının birbirine kucak açmasının sayısız örneklerinden bir kaçıdır.
Örneğin, Buruciye Medresesi'nin kurucusu Muzaffer Burucerdi hazretleridir. Bu şehrin eşrafından varlıklı bir zattır. Çalışmış kazanmıştır. Kazandığıyla astronomi ilmi üzerine bugünün üniversitesi konumundaki Buruciye Medresesi'nin hem mimari açıdan şaheser binasını inşa ettirmiş, hem de tuzlalar, tarlalar, dükkanlar bağışlayarak yani vakıf kurarak, bunlardan elde edilen kazançlarla, bu binanın asırlar boyu sürecek şekilde bakım ve onarımını ve öğrenci ve öğretim üyelerinin giderlerini ve ücretlerini karşılaşmıştır.
Yine bir örnek olmak üzere Dar'ül Raha yani 'Rahatlık Evi' vakfını kuran bu toprakların mümtaz bir diğer şahsı ise, kurduğu vakfa gelir getirmek üzere tarlalar, dükkanlar bağışlamıştır. Buradan elde edilen kazançla, yine asırlar boyu sürecek şekilde yolcuların, yoksulların, hastaların her türlü ihtiyacını karşılamıştır. Bu hizmette devletten bir şey beklemeden bu coğrafyanın insanına yapılan karşılıksız bir sosyal güvencedir.
Bu ve benzeri örneklerde görünen o ki, aynı mahallede, aynı şehirde yaşayan insanlar sırf kendileri için kazanmak, sırf kendileri için harcamak için uğraşmamışlardır. Çalışarak kazandıklarını sadece kendileri için harcamamışlar, biriktirmemişler; kazançlarının üzerine daha fazla kazanç koyabilmenin çabasında hiç olmamışlardır. Aksine, kendileri emek, zaman ve çaba vererek kazandıklarını, toplumlarına ve toplumlarının geleceğine harcamamışlar ve bunun huzurunu yaşamışlardır. Çünkü Sevgili Peygamberimiz (sav), Müslim'in Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet ettiği bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: 'İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat.'
Büyük medeniyetler, bu duyguya sahip varlıklı insanlarla kurulur demek ki…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.