Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de aile içi şiddet vakalarının artığını görmekteyiz. Günümüzde eğitim seviyesi fark etmeksizin, diplomalı ya da diplomasız her kesimde şiddet eğiliminin yükselişi, toplumsal dokumuzda açılan yaraların derinleştiğini göstermektedir. Şiddetin çok farklı nedenleri bulunmaktadır. Her ne kadar yasal mevzuat eşler arasında anlaşmazlıklar, aile birliğini devam ettiremeyecek bir boyuta geldiğinde boşanmaya izin verse de sağlıklı bir benlik algısı geliştirememiş, sahiplenme içgüdüsünü bilinç düzeyine taşıyamamış, sorunlu kişilik yapısına sahip bireyler arasında kadınlara yönelik baskının, şiddetin, cinayetlerin giderek arttığı görülmektedir.

Aile içi şiddet vakalarında caydırıcı cezaların uygulanması ve yasal süreçlerin hızlandırılması, koruyucu ve önleyici tedbirlerin alınması, çeşitli eğitim ve farkındalık çalışmalarının yapılması, toplumun tüm kurumları ile işbirliği içinde olunması, failler için rehabilitasyon çalışması yapılması aile içi şiddeti azaltabilecek uygulamalar arasındadır. Özellikle diziler, görsel ve sosyal medya aracılığı sunulan şiddete yönelik sunular çocuklarda da şiddet eğilimini artırmaktadır. Bu konuda da daha hassas olunması gerekmektedir.

Bunun yanında mevzuattaki çeşitli uygulamalar da şiddeti artırmaktadır. Örneğin 6284 sayılı Kanun'un 5. maddesindeki uzaklaştırma tedbirinin uygulanmasında ispat vasıtası aranmaması (sadece kadının beyanını yeterli görülmesi), haksız uzaklaştırma kararlarına yol açabilmektedir. Bu kararlar aile bütünlüğünü zedelemekte ve özellikle çocukları olumsuz etkilemektedir. Uzaklaştırma kararı verilirken şikâyetçi eşin talebinin dikkate alınması, makul düzeyde ispat vasıtası aranması, kasten yaralama derecesinin ve somut delillerin değerlendirilmesi daha adil sonuçlar doğuracaktır. Böylece hem gerçek şiddet mağdurları korunacak hem de aile bütünlüğünün gereksiz yere bozulması engellenecektir.

Sürekli ev hanımlarının yaptığı işleri değersizleştiren, çalışan kadını yücelten politika izlenmesi yerine, her iki tercihte de kadınların ekonomik güvence ve toplumsal saygınlık kazanacağı dengeli bir yaklaşıma ihtiyacımız vardır. Günümüzde çalışan annelerin yaşadığı çifte yükün toplumsal maliyetini hepimiz görüyor ve hissediyoruz. Çalışma yaşamında aileyi göz ardı ederek yapılan düzenlemeler aile hayatını olumsuz etkilemektedir. Bir yandan işinde ilerlemeye diğer yandan ailesine ve çocuklarına yeterli zaman ayıramamanın vicdani yükünü omuzlarında taşıyan kadınların iç çatışmaları görmemezlikten gelinmemelidir.

Kadının çalışma hayatına katılımını bir zorunluluk değil, gerçek bir tercih meselesi haline getirebilirsek, hem aile kurumumuz güçlenecek hem de kadınlarımız yeteneklerini ve enerjilerini gerçekten arzu ettikleri alanlara yönlendirerek topluma daha nitelikli katkılar sunabileceklerdir. Örneğin eşi çalışmayan ailelere verilen aile yardımını kayda değer ölçüde artırılması (gerekirse bu desteği doğrudan ev hanımının kendi banka hesabına yatırarak), sadece ekonomik geçim kaygısıyla iş hayatına atılan kadınlarımıza alternatif bir yol sunulmuş olur. Böylece, kadınlarımız maddi kaygılardan arınmış bir şekilde, çocuklarının ilk adımlarına, ilk kelimelerine tanıklık edebilecekleri bir ev ortamını tercih edebilirler.

Burada amaç kadını eve hapsetmek değil aile birlikteliğini güçlendirmektir. Dahası, boşa çıkan enerjilerini gönüllü çalışmalara, mahalle dayanışmasına, eğitim faaliyetlerine yönlendirerek toplumsal dokumuzun güçlenmesine katkıda bulunamaz mı? Belki de bu sayede hem aile kurumumuz güçlenecek hem de kadınlarımız sosyal hayatın içinde farklı roller üstlenerek topluma daha geniş perspektiflerden değer katabilecektir.

Aileyi tehdit eden faktörlerden birinin küresel çapta yaygınlaşan, cinsiyetsizleştirme projelerinin yaygınlığı olduğunu söylemiştik bu soruna yönelik olarak önerilerimiz; Aile kurumunu korumak için çok yönlü bir yaklaşım şarttır. Gençlerimizin küresel akımları eleştirel değerlendirebilmesi için eğitim sisteminde geleneksel aile yapısının önemi vurgulanmalı, müfredatlara aile değerleri eğitimi entegre edilmelidir. Ebeveynlerin çocuklarını biyolojik cinsiyetlerine uygun yetiştirmeleri sağlıklı kimlik gelişimi için önemlidir.

Bu konuda ailelere rehberlik edecek eğitimler yaygınlaştırılmalı, dini ve kültürel kurumların aile değerlerini güçlendirici faaliyetleri desteklenmelidir. Medya ve popüler kültürde sağlıklı aile modellerinin daha fazla temsil edilmesi sağlanmalı, çocuk ve gençlere yönelik içeriklerde aile bağlarını güçlendiren temalar işlenmelidir. Bu sayede küreselleşmenin olumsuz etkilerine karşı aile kurumumuzu koruyabilir, gelecek nesillere sağlam bir toplumsal miras bırakabiliriz.

Nasıl ki her iklim kendi özgün bitki örtüsünü şekillendirirse, her toplumsal sistem de kendi değerlerine uygun insan ve aile modelini biçimlendirir. Bugün karşımızda duran aile yapısı ve insan karakteri, içinde yaşadığımız sistemin doğal bir yansıması olduğu unutulmamalıdır.

Özetle aile yılında yoğunlaşılması gereken konular; Aileyi olumsuz etkileyen süreçlerin başında bireycilik, sanayileşme ve kentleşme gelmektedir. Kadının çalışma hayatına katılımı, küreselleşme ve sekülerleşme süreçleri aile yapısını dönüştürmüştür. Kanaat kültürünün yerini tüketim odaklı yaşam tarzı almış, bu da aile ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Modern yaşam; sadakat, güven, sevgi ve mahremiyet gibi aile değerlerini örselemiştir. Sosyal ve görsel medya, özellikle gündüz kuşağı programları aile yapısına zarar vermektedir. Hukuki mevzuattaki boşluklar, boşanmaların sıradanlaşması ve şiddet olaylarının artması evliliği olumsuz etkilemektedir. Geleneksel cinsiyet rollerini sorgulayan akımlar ve dijital teknoloji kullanımı da aile kurumunu tehdit etmektedir. Genç nesillerin yaşam zorluklarına hazırlıksız yetiştirilmeleri ve ebeveynlerin aşırı müdahalesi sorunları artırmaktadır. Geçmişte aile büyüklerinin arabulucu rolünün kaybı, aile içi sorunların çözümünü zorlaştırmaktadır.