Şadiye ÖZTÜRK

Şadiye ÖZTÜRK

Şehrin Biçimlendirdiği İnsan

Artık 'şehir' üzerine yazıların daha fazla kaleme alındığı, çeşitli vesilelerle konuşulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu konuşmalar ya nostaljik anlamda bir nevi geçmişe özlemin ve hatıraların yad edildiği, şehirlerin kimlik ve ruhunu kaybettiğini ifade eden yazılar ya da kentsel dönüşüm veya yeni yapılaşmaların oluşturduğu şehirlerin gelişimi, büyümesi veya küçülmesine yönelik söylem ve arzulardır...
Aslında her ikisi de tek başına ne eski şehirleri ve şehir hayatını bugüne getirebilir ne de rant ve imar odaklı bakışla özlenilen ve arzulanan bir şehri oluşturabilir.
Şehirlerimizin geçmişinden, kaybedilmiş bir sevgilinin ardından yalnız kalmış bir sevdalı gibi özlem dolu mersiyeler ve ağıtlar yazmak, dönüşü imkansız olan çıkmaz sokakta yol aramaya benzemektedir. Kaybedilen sevgilinin endamından ve büyüleyen efsunkar halinden sıyrılıp günümüzün ranta endeksli ekonomik yaklaşımlarıyla ve teknolojik imkanlarıyla devasa rezidansların ardarda yükselmesine bakıp bakıp bir yanıyla gelişmişliğimizle göğsümüzün kabarması öte yandan kalabalık kaldırımlarda yalnızlığımızla baş başa kalıp ruhumuzun daralması çıkışı olmayan tünellerde kalmak, ne yapacağını çokta bilememek gibidir.
Akıntısına kapıldığımız çoşkun bir sürüklenişin hızıyla dönüştürülen her şeyi fiziki mekanıyla, çevresiyle ve insanıyla hep birlikte yaşıyoruz.
Şehirlerimiz değişiyor.
Şehirlerimiz insanımızı değiştiriyor.
Aslında değişen tek başına ve sadece şehirlerimiz değil, insanımız da değişiyor. İnsan şehri, şehir de insanı değiştiriyor. Günümüzün modern dünyasında tüm gelişimi, yenilenmeyi ve planlamayı her ne kadar insan yapsa da yani insan şehri kendi eliyle biçimlendirse de, sonuç itibariyle yeniden şekillenen şehir, insanı kendi kurduğu bu mekanizmayla yeniden biçimlendiriyor.
Bu karşılıklı biçimlendirme, şehirleri birbirine benzeten, farklılık ve özgünlerini yok edip tekdüze görünüme dönüştüren şehirler oluşturdu. Eskiden bir şehre girildiğinde o şehrin binalarına bakarak hangi şehir olduğu ilk bakışta anlaşılabilirdi… Şimdi bir şehre girildiğinde tabelası dışında ayırt edici bir özellik neredeyse farkedilmiyor bile... Şehirler, özgünlüklerini kaybetti.
Günümüzde şehirler gerek aldıkları göçler gerekse de yeni mimari anlayışın şekillendirdiği yeni binalarla ne kadar büyümüş, ne kadar gelişmiş olsalar da birbirine benzeyerek dünya ölçeğinde sıradanlaşmış bir yerleşim alanına dönüşüyorlar sadece.
Ve akın akın kırsal hayatı tekedip şehre göç eden insanlarda yeni şehrin yeni haline uyum sağlamak ve o şehirde tutunup yeni bir hayat kurabilmek için, gelecek ve güven endişesinin izalesi için şehre uyum sağlamaya çalışıyor. Tanıdığı bildiği ve nasıl davranacaklarını tahmin ettiği kendi yöresinden çıkmış olmanın yalnızlığı ile tanımadığı ve nasıl davranacaklarını tahmin edemediği daha büyük ve daha karmaşık kalabalıkların arasında tedirgin, güvensiz ve tek başına kalıyor insan. Ve etrafını kuşatan yeni mekanın öznesi olamıyor. Dün bulunduğu mekanın ruh dünyasının iklimiyle şekillendiği halde, bugün soğuk ve ürkütücü binaların atmosferinde boğulmamaya ve kaybolmamaya çaba sarf ediyor sadece.
Şehir bizi, biz şehri terk ediyoruz bir bakıma… Şehir bizim için sürekli yenileniyor olsa da, bizler şehir için tükeniyor ve tüketiyoruz.
Sanıyorum ana sorun, modern şehirlerin hem mekansal hem sosyal tasarımlarının kurgulandığı amaçların dünden bugüne değişkenliğidir, anlayış ve yaklaşım farklılığıdır. Dün insan eksenli ve toplumun değer yargılarıyla yaşanabilecek şehirler tasarlanırken ve inşa edilirken bugün, rant hedefli yaklaşımlarla şehirler kurulmaya, kentsel dönüşümler oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Nostaljik anlamda şehirlerimizin geçmişine özlem duyan insanların yakınmaları, günümüz modern şehriciliğinin yeniden kurguladığı şehirlerde geleneğine ve insan ilişkilerinin, sosyal dayanışmanın, komşuluğun ve muhabbetin olmadığı yeni şehre olan yabancılaşmanın sonucudur. İnsan hassasiyet ve sıcaklığının toplumsal beraberlik ve paylaşımda yer almayıp, birbirinden ürken, aynı sitenin içerisinde yer alanların, aynı apartman kapısından girenlerin birbirini tanımadığı, güvenmediği, sokakların kapkaççı ve ürkütücü tedirginliğinin kol gezdiği yeni şehir hayatı, dünün mahallerine olan özlemi artırmaktadır. Komşuluk hakkının miras hakkına uzanacak denli içiçe sevgi bağını güçlendirdiği birlikteliğe hasret bırakıyor.
Dün şehirlerde, bir tarafta mahallelelerde hem insan ilişkileri açısından toplumsal kaynaşma yaşanırken, şehrin mekansal dokusu, bölgenin ve yaşam tarzının bir yansıması olarak kendine özgü yapılaşmasıyla, sosyal donatılarıyla, eğitim kurumlarıyla, sivil mimarisiyle bir kimlik ve kişilik vucuda getirmekteydi. Şehir, çevre duyarlığı ve korumacılığı içerisinde biçimleniyor, insanlar doğal yapıyı tahrip etmeden doğa ile içiçe yaşıyordu. Şehirler, asırların birikimi bir kültürel şekillenme ile kendilerine özgü ruhlarını yaşatıyor, şehrin iklimine taşıyordu. Ve neredeyse aynı coğrafyadaki şehirler bile fiziksel görünümleri, ruhsal iklimleriyle birbirinden farklılık arz ediyor; bir nevi kendi kimliğini, kendi kişiliğini şekillendirmiş oluyordu. Haliyle bir şehre girdiğinizde karşılaştığınız tablo, hangi şehirde olduğunuzu, başka bir açıklamaya gerek duymaksızın kulaklarınıza fısldıyordu adeta...
Özlenen şehirler, üzerine yazılar kaleme alınan şehirler, tarihsel birikimiyle bir medeniyetin tezahürüne beşiklik eden şehirlerdir.
Şehirleri bu tarihi birikimlerinden uzaklaştırıp, dünyanın tektip kentlerine benzetmeye matuf yeni planlamalar, birbirinin aynısı gökdelen mekanlar, fiziksel çevre pezyajları inşa etmek şehirleri medeniyet perspektifinden uzaklaştırmaktadır. İnsanlığın ve medeniyetin tarihi hiç şüphesiz ki, şehirlerin tarihiyle oluşmaktadır. Çünkü medeniyet şehirlerde vucut bulur ve insanlık, insan odaklı yaşamı medeniyetin oluştuğu şehirler yeryüzüne yayar ve hakim kılar.
Şehirler, insanları yalnızlaştıran, doğası gereği toplumsal birlik ve beraberlik içinde güven duyarak ve huzur bulduğu mekanlar olarak şekillendiğinde, insanlar da şehirli ve medeni olarak hem bireysel anlamda mutlu ve huzurlu hem toplumsal bazda güven ve paylaşımcı olarak bir hayat sürer. Bu birliktelik hem şehri hem insanı karşılıklı olarak müspet yönde etkiler ve şekillendirir.
Aksi ise bugünkü şehirleşme ve bu yeni şehirlerde yaşayan tedirgin, yalnız ve güvensiz insanların oluştuğu toplumdur. Modern yapılaşma ve şehirleşme insanı kendine dönüştürmüştür.
Şehirler insan için kurulduğunda, insan eksenli ve duyarlıklı olduğunda hayat ve mücadele hem mekanda hem insanda anlamını kazanır. Aslolan görkemli yapılaşmanın egemen olduğu mekanlar inşa etmekten öte estetik ve rahat yaşanabilen mekansal planlamaların uygulandığı insan eksenli şehirler inşa edildiğinde insan huzur ve güven bulur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Şadiye ÖZTÜRK Arşivi