
Şadiye ÖZTÜRK
Medreselerimizin Hâl-i pür-melâli
Bundan kırk yıl kadar önceydi, 1970'lerin biraz öncesi belki… Çocuktum.
Bir tanıdığımız, kendi çocuklarıyla birlikte bir hafta sonu, biz çocukları Şifaiye Medresesi'ne götürdü. Daha önce dışarıdan çok seyrettiğimiz, çevresinde dolaştığımız o devasa taş binanın kapısının önüne geldik. Binanın, oldukça büyük ama yıpranmış ve kararmış çift kanatlı kapısının önünde bir müddet bekledik. Sonra bekçisi olduğunu sandığım birisi geldi, kapının kilitlerini açtı. Biz Medresenin içerisine girdik. Birden hem yüksek hem geniş devasa taş bir mekanda bulduk kendimizi... Tavanına kadar her tarafı taşlarla örülmüş olan giriş kısımının büyüklüğünde çocuk bedenlerimiz sanki daha da küçülmüştü. Şaşkınlık içerisindeydik. Etrafa hayretler içerisinde bakarak binanın üstü açık avlu kısmına doğru yürüdük. Kimseler yoktu. Sutunlar ve arkadalarında küçük kapıları olan odalarla etrafı çevrili üzeri açık bir avlu idi burası. Özellile sütun dipleri ve her taraf kuş gübresiyle kaplıydı.
Sanırım uzun bir zamandır kimseler girmediğinden kaderine terk edilmiş ıssız, sessiz ve bakımsız olarak derin bir sessizliğe gömülmüştü. Arada bir eyvanların, çatıların üzerinde pırrr sesleriyle havalanıp, kanat çırparak karşı tarafa uçuşan kayapalardan başka bir ses yoktu etrafta.
Bir müddet, sütunlara, kubbeler ve eyvanlara baktık. Sonra eyvanların arkasındaki karanlığa gömülmüş hücrelerin daracık kapılarından biraz çekinerek, biraz ürpererek odaların içerisine seyre daldık. Hepsi birbirine benziyordu. Bazı hücrelerden başımızı içeriye uzattığımızda hücreden telaşla dışarıya kaçmak için uçuşan kuşlardan ürkerek ve bir başka hücrede ne görebiliriz heyecanıyla neredeyse tüm hücreleri gezdik. Her bir odada sanki farklı bir şey görebilme umuduna rağmen birbirine benzeyen, bize oldukça yüksek gelen içerileri loş bir karanlığa bürünmüş hücreleri dolaştık. Giriş kapısının karşısındaki büyük eyvana bir anlam veremedik. Gezdiğimiz hücrelerin arasında bir tanesi diğerlerinden çok farklıydı. Ön cephesi gözlerimizi kamaştıran o güne kadar görmediğimiz mavi çinilere, desenlerle süslüydü; bakakaldık. Ve penceresinin demirlerine dahi kuşların pislediği, kirden ve tozdan görünmeyen camlarından içeriye bakmaya, içeride neler olduğunu görmeye ve anlamaya uğraştık. İçeriden görebildiklerimizi, fark ettiğimiz şeyleri birbirimize anlatmaya çalışıyorduk bir şey görebilmenin tarifsiz korku dolu heyecanıyla… Görünen yerden diğerimizde bakabilmek için onu iteleyip oradan bakmaya çalışıyorduk.
O pazarı, Şifaiye Medresesi'nin avlusunda geçirdik.
Avluya, eyvanların arasına, sütunların diplerine yığılmış kuş gübrelerini torbalara doldurduk. Akşama kadar neredeyse bir araba gübre torbalamıştık. Akşam bizi almaya gelen bir at arabasına yükleyerek Medrese'den ayrıldık. O gün, ne o Medrese'nin adını biliyordum ne de o binanın geçmişini… Ve bir tülü aklımızın almadığı şey ise, o kadar gübrenin ne kadar zamanda orada biriktiğiydi; kimsenin neden oraya girmediğiydi...
Şimdi, o medresenin ve diğerlerinin yıllar önce, belki seksen doksan yıl önce çekilmiş eski fotoğraflarına bakıyorum; Şifaiye'ye, Buruciye'ye, Çifte Minare'ye ve Gökmedrese'ye... Minare şerefelerinin üst kısımları yıkılmış. kimi yerleri toprağa gömülmüş, kimi duvarları yıkılmış bir vaziyette melul ve mahzunlar... Yine karşısındaki Medresenin yıkılmış eyvanlarının yerinde ahşap bir bina okul bulunuyor. Başka bir Medresenin ana eyvanın içinde gecekondu usulü derme çatma evler var.
Medreseler bir taraftan ihmal edilmiş, kaderine terkedilmiş ve birilerinin adeta işgaline uğramış hüzünlü halleri fotoğrafın soluk rengiyle bütünleşmiş adeta...
Ve yıllar sonra Cıbıllar Parkı'nı dolduran ağaçların arka kısmında kaldı Medreseler. Zaman zaman yazlık sinemalar için akşamları Şifaiye'nin yan tarafında Yazlık Selçuk Sineması'nda, Kale Caminin güney tarafında daha sonra küçük bir parka dönüştürülen alandaki Tan Sineması'nın yazlık kısmında filimler izlemiştik. Gecenin karanlığında ay ışığının yansımasıyla kale surları gibi gözlerimizin önünde azametiyle dururlardı hep...
Ve bundan on yıl kadar önce tarihi Selçuklu Meydanı proje çalışmasıyla birlikte Cıbıllar Parkı ağaçlardan arındırıldığında hem meydan hem de Medreseler bütün haşmetiyle gün yüzüne çıktı. Restorasyon çalışmalarıyla Medreseler yeniden ihya edilmeye başlandı. Kapıları açıldı. İç avluları çay bahçesine, hücreleri el sanatlarına ve ticarethanelere dönüştürüldü. Ve Çifteminareli Medresesi'nin yıkılan eyvanlarının ortaya çıkarılması için yapılan kazılar sonucu Medrese binasının oturumu yeniden restore edildi. Ve bir çay ocağı da buraya açıldı.
Bugün avlularında çay yudumladığımız medreseler bir ata yadigarı. Muhteşem sanat eserleri. Taş oymacılığında zarafetin nakış nakış ruhlara dokuduğu incelik... Asalet ve azametiyle asırlara meydan okuyan abide anıt... 800 yıl öncenin günümüze yansıyan eğitim kurumları olarak medeniyetin sembolü... İbret alınacak, ders çıkarılacak yol haritası bir bakıma...
Düşünün... 1200'lü yıllar dünyasını Avrupa'yı tüm yeryüzünü; gelişmişliği, kalkınmışlığı, insan haklarını, eğitimi, sanatı kısacası 800 yıl öncenin dünyasını gözler önüne getirin... Sivas'ta 1271'de Şifaiye Medresesi yapılıyor ve yaklaşık elli yıl sonra aynı yıl içinde yani 1271'de Buruciye, Çifte Minareli Medrese ve Gökmedrese inşa ediliyor. Birisi tıp, öbürü astronomi diğeri ilahiyat alanında, o çağın üç ayrı ilim yuvası, üniversitesi... Sadece binalar mimari şaheserler olarak yapılıp bırakılmıyor. O binaların bakımı onarımı ile orada okuyacak talebelerin ve müderrislerin de giderleri asırlar boyunca karşılanacak ne devlete ne de hiç bir kimseye yük olmayacak şekilde gelir kaynakları bağışlanıyor; dükkanlar, hanlar, tarlalar vakfediliyor o medreselerin yaşamasının devamı için... Ve asırlar boyunca ilim irfan yurdu olarak hizmet veriyor, şifa dağıtıyor.
Ecdadımızla ne kadar gurur duysak azdır.
Ve muhakkak ki bizler, onlarla gurur duyuyoruz. Ama onlar bizimle gurur duyuyor mu dersiniz ...
Şifaiye Medresesi'ndeki türbesinde medfun olan Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus'un sandukasının üzerinde vasiyeti üzerine kendisinin Farsça olarak yazdığı şu mısralar yer almaktadır. Sultan Keykavus der ki:
'Biz dünyayı terk edip gittik.
Rahatlığın sıkıntısını gönüle nakşettip gittik.
Bundan sonra nöbet sizindir.
Nitekim biz nöbetimizi tuttuk ve gittik'
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.