
Nilüfer Akıngül
KADININ DEĞERİ
İnsanlığın belki de var oluşundan bu yana en büyük handikabı; bir şeyin diğer bir şey ile kıyası olmuştur. Ve bu problemin en büyüğü ise hiç şüphesiz kadın-erkek kıyasıdır. Oysa Kur’an-ı Kerim, insanı tanımlarken cinsiyet farkı gözetmez; ona “eşref-i mahlûkat” der. Kadın ve erkeğin yaratılışta aynı özden olduğu gerçeği, ilk insan kıssasında bile gizlidir. Allah, Âdem’i yaratırken Havva’yı da onunla birlikte var etmiş, böylece hayat yolculuğunun iki yolcusunu yan yana başlatmıştır. Nisa Suresi’nin ilk ayeti, bu hakikati çağlar ötesine fısıldar: “Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan…” Bu ayet, kadının ne eksik ne fazla, insanlık yükünü omuzlayan eşit bir varlık olduğunu ilan eder.
Dinimiz, indiği dönemde kadının sosyal statüsünü kökten değiştirmiş, cahiliye diye tabir edilen o dönemdeki Arap toplumunda kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, miras ve mülkiyet hakkından mahrum bırakıldığı bir ortamda, Kur’an bu yanlış düzeni tamamıyla yıkmıştır. Nisa Suresi 7. ayette “Erkeklerin de kadınların da ana-babalarından ve yakınlarından miras hakkı vardır” buyurulmuş; 4/19’da evlilikte rızanın esas olduğu belirtilmiş; 4/32’de ise kadının kendi malını özgürce tasarruf etme hakkı tanınmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.) bu ilahi hükümleri sadece tebliğ etmekle kalmamış, hayatıyla da örnek olmuştur. Onun yanında kadınlar, eğitim meclislerinde söz almış, ticaret yapmış, sosyal hizmetlerde bulunmuşlardır. Ümmü Seleme’nin devlet meselelerinde fikir beyan etmesi, Hz. Aişe’nin fıkıh ve hadis ilimlerinde otorite hâline gelmesi, Şifâ bint Abdullah’ın pazarda görevli kılınması bunun somut örnekleridir. Bir gün Peygamberimiz, “Müminlerin en hayırlısı, ailesine karşı en iyi olanıdır” (Tirmizî, Menâkıb, 63) buyurmuş; kadına muamelenin, kişinin iman kalitesinin bir göstergesi olduğunu vurgulamıştır.
Anadolu’ya baktığımızda ise, bu ilahi mesajın toprakla, suyla, rüzgârla yoğrulmuş hâlini görürüz. Orta Asya’dan gelen Türk töresi, İslam’ın adalet terazisiyle birleşmiş; kadını sadece evin içinde değil, oba çadırının direğinde de görmüştür. Orta Asya Türklerinde hatun, hakanın yanında devlet işlerinde yer alır, toy meclisinde söz sahibi olurdu. Bu gelenek, İslam’ın verdiği haklarla harmanlanarak Anadolu’da güçlü bir kadın figürü ortaya çıkarmıştır.
Selçuklu döneminde Gevher Nesibe Hatun, Kayseri’de medrese ve darüşşifa yaptırarak hem ilim hem de sağlık alanında hizmet vermiştir. Osmanlı’da Mihrimah Sultan, hayır eserleriyle İstanbul’un simgelerinden olmuştur. Vakıf kültürü sayesinde kadınlar, eğitim kurumları, camiler, imarethaneler, köprüler inşa ettirmiş; hem maddi hem manevi kalkınmaya katkıda bulunmuştur. Bir vakfiye sayfasına düşen mürekkep, bazen bir yetimin karnını doyurmuş, bazen yola düşen bir seyyahın yorgunluğunu gidermiştir.
Günümüzdeki güya çoğu ilim erbabı görünen insanların söylemlerinin aksine Anadolu’nun manevi erleri de bu anlayışı beslemiştir. Hacı Bektaş-ı Veli, “Kadınları okutunuz” derken, aslında Kur’an’ın ilk emri olan “Oku”nun yarısını tamamlıyordu. Mevlânâ, Mesnevî’sinde kadın-erkek eşitliğini, “İkisi de can, ikisi de bir kandilin ışığı” diyerek ifade ediyordu. Yunus Emre ise “Cümle yaratılmışı severim, Yaradan’dan ötürü” sözleriyle kadın-erkek farkını aşan bir sevgi ufku çiziyordu. Bu öğretiler, hem Kur’an’ın hem de Anadolu kültürünün ortak değerlerini yansıtır.
Ne yazık ki zaman zaman kültürel önyargılar, İslam’ın özünden uzaklaşarak kadının sesini kısmış; örf ile dinin sınırları bulanıklaşmıştır. Kimi yörelerde yanlış gelenekler, kadının eğitim hakkını sınırlamış, sosyal hayattaki varlığını azaltmıştır. Hâlbuki İslam, kadın-erkek arasında adalet ilkesini koymuş; hiçbir örfün bu ilkeyi çiğnemesine izin vermemiştir. İmam Şafiî’nin dediği gibi, “Örf, şeriata muhalifse geçersizdir.”
Bugün bize düşen, hem İslam’ın kadına tanıdığı hakları sahih kaynaklardan yeniden okumak hem de Anadolu’nun köklü saygı, hoşgörü ve dayanışma kültürüyle bütünleştirmektir. Bu, sadece tarihî bir görev değil; aynı zamanda dini bir sorumluluktur. Çünkü adalet, imanın merkezinde yer alır.
Anadolu’nun kalbinde hâlâ, tandır başında pişen ekmeğin sıcaklığıyla, cami avlusunda oynayan çocukların gülüşünde, bayram sabahı annesinin elini öpen bir evladın duasında; kadın ve erkeğin yan yana, omuz omuza yürüdüğü bir hayat özlemi var.
Ve belki de bu özlem, yeniden hatırlamakla başlayacak: Kadın, Allah’ın yarattığı yarım değil; insanlığın tamıdır. Onu eksilten her söz, aslında insanlığın yarısını karartır. İslam ise bu karanlığı aydınlatmak için gönderilmiş en parlak nurdur. Ve her ne kadar Allah’ın kudretinin tecellisi ile yaratma fiilinin tezahürüne vesile olsa dahi unutmamalıdır ki üstünlük "Ancak ve ancak takvadadır"
Leylifer
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.