Şadiye ÖZTÜRK

Şadiye ÖZTÜRK

Yalnızlığı Yaşamaya Başladığımız Günden Beri

Almanya'dan gelen mektuplarını ben okuyordum. Sonra da cevabi mektuplarını yine ben yazıyordum. Henüz ilkokul sıralarındaydım, daha sonra ortaöğrenim günlerinde bir süre daha devam ettim, ta ki çocukları büyüyünceye kadar... Birisi yakın akrabamızdı; aynı bahçenin içerisindeki iki ayrı evde otururduk. Babamın amcasının çocuklarıydı. Diğeri him komşumuzdu. Yani evlerimizin duvarları birbirine yaslıydı, sırt sırtaydı. Öyle ki, bir duvar vardı onlarla bizim oturduğumuz odanın arasında. Ve adeta birbirimizi çağırmak için veya haber vermek için duvara iki yumruk vurarak diğer komşuya mesaj vermiş oluyorduk. Akrabamızın kızı Almanya'da evliydi, annesine ve babasına mektup yazardı. Komşumuzun ise babaları oradaydı. Yıllarca, Almanya'dan Sivas'a, Sivas'tan Almanya'ya, birbirlerinin iyilik ve sağlık haberlerini, selamlarını ve dertlerini aktardım. Biliyorum, her postacı gelişinde yolunu gözlerlerdi. Eğer kendilerine bir mektup gelirse, hemen etrafa haber salarak beni ararlar ve buldukları yerde, kapı eşiğinde, avluda, oda da okurdum. Mektubun her satırını, her sözcüğünü can kulağıyla dinler; bazen hüzülenir, bazen sevinir ve en çokta hem onlara ve hem de bana dua ederlerdi.
Çok fazla değil, daha benim çocukluk dönemindeki haberleşme böyleydi. Sadece mektuplar değildi tabi ki... Değil bilgisayar, internet, cep telefonu, televizyonlar dahi yoktu. Haberler trt'nin ajansından parazitli sesler arasında, evde suspus olunur, herkes can kulağıyla dinlerdi. Hafta sonları radyodan yayınlanan maçların heyacanlı ve coşkulu anlatışlarını, bir bahçede demli çaylarla eşliğinde bir kaç ortayaşlı ve yanlarındaki gençlerle birlikte dinlemek büyük keyfti. Biz çocuklar maçtan dinleyebildiğimiz kimi bölümleri bir tiyatro triali içerisinde neredeyse hemen canladırmaya kalkışır, sanki maçın canlı şahidi gibi yaşardık.
Yine 1980'li yıllarda siyah beyaz televizyon kimi varlıklı evlerin köşelerinde müstesna yerlerini almış, üstünlerine dantelli örtüleri ihtimamla örtülmüş, nazlı bir gelin edasında dururlardı. Akşam tüm aileyle hatta televizyonu olmayan komşularında doldurduğu odalarımızda hep birlikte açılış saatini bekler olmuştuk.
Ve yine o dönemlerde telefonda çok yaygın değildi. Mahallede bir kaç evde bulunurdu. Neredeyse mahallelinin haberleşme merkezi gibiydi o evler. Ağabeyim de doğudaki bir ilçede çalıştığından onunla haberleşmemizi bizim eve ikiyüz metre kadar mesafedeki karşı komşumuzun telefonuyla sağlardık. Ağabeyim o eve telefon eder, annemi çağırmalarını söyler ve kapatırdı. Sonra komşumuz bizim eve gelir, aceleyle annemi çağırırdı. Rahmetli annem pürtelaş içerisinde; oğlan bekliyor diye, onun sesini duymak heyecanıyla, elinde yaptığı ne iş varsa onu bırakır, hızlı ve telaşlı adımlarla komşuya gider; ağabeyimin tekrar telefonu çaldırmasını bekler ve sonra da onunla konuşurdu. Kapı komşumuzun bize yaptığı bu iyilikten dolayı dualar ederek evden çıkar, tüm konuştuklarını gelir ev halkına tekrar ve tekrar anlatırdı.
Gerek komşular gerekse akrabalar arasındaki haberleşmeleri sağlamakta biz çocuklara düşerdi. Annemiz, babamız veya bir komşumuz haber verilmesini istediği bilgiyi bize kelime kelime anlatır, sonra bize tekrar ettirirlerdi ve selam söylemeyi unutmamamızı da sıkı sıkıya tembih ettikten sonra bizi gönderirlerdi. Haberi o kişiye ilettikten sonra onun söylediklerini tekrar gelip iletridik; ya bir şeker ya bir aferim alırdık karşılığında.
Haberleşme teknolojiden uzaktı o günlerde ve bu kadar da yaygın değildi. Yaygın değildi ama toplumsal acılarımız, toplumsal sevinçlerimiz birbirimize, bütün bu imkansızlıklara rağmen hem yayılır, hem de yüreklerde yankısını bulurdu. Ve onlar unutulup gitmezdi. Ne medya vardı, ne de medyanın reyting endişesi... Her şey birbirini yok etmek üzere değil, birbirinden beslenerek ve yaygınlığını koruyarak, bu toplumun ortak bir değeri olurdu hep... Bu şehirde 16. yüzyılda yaşayan Şemseddin Sivasî hazretleri üç dil biliyor ve üç dilde kitap yazıyordu. Sadece yazmakta değil, ta
Uzakdoğu'da yazılmış bir kitabı temin edip okuyabiliyor hatta o kitaba tenkit babından reddiye kitap bile yazıyordu. Uzakdoğu neresi, Sivas neresi...
Günümüzde neredeyse çoğu zaman gündemimizi sarsacak denli infiale ve tepkiye sebep olan hadiseler vukubuluyor. Bütün bir şehir, bütün bir ülke hatta bütün dünya bakıyorsunuz ayağa kalkıyor. Yürüyor, bağırıyor ve sokakları tepkiyle neredeyse yaşanmaz kılıyor. Tepki kime ve neye ... Sokaklarda onların acısına mı veya bir meselenin savunucusu olduğumuz belli olmadan, sıkıştırılmış ve bunalmış nefislerimizin deşarj olması için mi farkedilmiyor .. Sokakları kalabalıklar halinde doldurmamız, basın açıklamalarımız, görünürde anlamlı olduğuna kani olduğumuz tepkiler, 'unutmayacağız, unutturmayacağız!' sözleri arasında bir sonraki hadise ile unutulup, gündemini kaybediyor. Arada bir birileri bu unutulup gidenleri zaman zaman söylese de, 'haa öyle de bir olay olmuştu, hatırladım deyip geçiveriyoruz.' Dün bir Celaloğlan için yakılan ağıt, bir Sarı Gelin türküsü bugün bile olayın teferruatını kimse hatırlamasa da hem söylenişiyle hem de etkisiyle bu toplumda acısını yaşatıyor, dinlediğimiz türküyle hüzünleniyoruz. O toplumsal ağıt, toplumun anlamlı bir değeri olarak yaşıyor.
Bugün cep telefonlarımızla yediğimiz yemekleri bile anında paylaşabilme, telefonu açtığımızda yüzünü, gözünü ve bulunduğu yeri görerek göz göze, söz söze iletişimin yapıldığı günleri yaşıyoruz. Yaşıyoruz ama Almanya'dan mektup yazan kızımız ve babamızla, sözcüklerin sıcaklığındaki ferahlığı, sıcaklığı ve yüreğe dokunan yakınlığı hissedebiliyor muyuz
Hayat bizi birbirimize fiziksel olarak öyle yaklaştırdı ki, hasret denen, özlem denen 'gözden ırak olma' belki bir kaç yıl sonra lugatlerimizde kalacak sadece... Ama hasret ve özlem denen insanî duygu ise bugün öyle bir şekilde değişti ki, insan evinde diğer odadaki çocuğu, eşi, üst kattaki komşusu, şehrin diğer köşesindeki bir akrabasıyla dahi dünkü mektuplarda yaşanan gurbeti bugün yanı başında ve ruhunda yaşıyor adeta.
Teknoloji ve gelişim elbetteki insanlığın daha kolay yaşaması için fevkalade önemli... Ama teknoloji ve gelişim, evlerimizi, odalarımızı birbirine gurbet yaptı. Duygularımız birbirinin hasretini ve özlemini çekiyor. Her şeye ulaşabilirken, her şeyi sanal ortamda takip edebilirken ve istersek herşeyi bir tık tuşlamasıyla beğenirken, ne yazık ki yüreklerimize dokunamıyoruz. Ruhumuzun gergefinde dokuduğumuz hasletlerin iştiyakı, ne bugünümüzü ne yarınımızı ne yazık ki aydınlatamıyor.
Aydınlatamıyor çünkü bindiğimiz minibüs güvensiz, dolaştığımız sokakta önümüze kim çıkacak, bilemiyoruz. Girdiğimiz kalabalıkta, elimizdeki çantaya sahip olamama endişesi var hep...
Bir medeniyet inşa eden inanç ve kültürel dokumuzun temeli olan aile kavramının küçüldüğü, toplumsallıktan bireyselliğe uzanan yalnızlığı yaşamaya başaldığımız günden beri, günümüz şehir hayatı bize tedirginliği, yaşamak bize telaşı hakim kıldı.
Tedirgin ve telaşlı bir ortamda, kendi içimizin gurbetinde, kimden nasıl bir haberi alsak bizi güvenli, mutlu, huzurlu eder ki ...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Şadiye ÖZTÜRK Arşivi