
Şadiye ÖZTÜRK
Hayatın Yaşanabilir Tadı: Doğallık ve Sadelik
İnsanoğlunun toprakla serüveni yan yana, iç içe sürüp gitmektedir hep…
İlgisi ve ilişkisi güçlü bir bağdır; sımsıkı saran, kucaklayan, içinde olan, özünde olan, kendi olan…
İnsan topraktan, çiçekten, yağmurdan uzak kaldığında onu özler, sıkılır, bunalır ve yakalayabildiği ilk fırsatta tabiat diye adlandırdığımız ana kucağına, doğanın huzur ve sükûnet veren iklimine kavuşabilmek için can atar ve fırsat oluşturur. İçindeki özlemi, ruhundaki hasreti onun serin ortamında dinlendirmek, rahatlamak, kendine gelmek ve özüne dönmek için çabalar durur, günyüzüne çıkmayan ve derinden derine kaynayan bir duygu olarak…
Zaman çok hızlı geçiyor.
Ve hayat mücadelesinin şartları her geçen gün insanı boğarcasına zorlaşıyor. Ve savrulup sürüklendiğimiz yaşam ortamı günümüz insanını, bir yandan beton ve araç istilasının içinde bunaltırken öbür yandan tabiatın doğallığından koparılmış yiyeceğinden içeceğine, eşyasından kullandığı malzemelere kadar her şeyi yapay, sağlıksız ve riskli eşyaları kullanmaya sürüklüyor…
Şöyle hayallerimizi ve hatıralarımızı geçmişe yöneltip anılarımıza daldığımızda, çok seslendiremediğimiz ama gözlerimizi nemlendiren, yüreğimizi yumuşatan, içimizi burkan bir özlem dalga dalga döğüyor yüreklerimizi nedense… O yaşanmış düne dair ve bize dair onca şey silik ve puslu da olsa canlanıverir gözlerimizin önünde… Ve o günlerin tüm sıkıntılarına, yoksulluğuna ve çaresizliğine rağmen, içimizi ısıtan, bizi biz olarak kucaklayan, tabiatın bir ana şefkatiyle saran doğallığı ve sade günlerini özleriz…
Bu hayatımızdır bizim… Ve köyümüzde, kentimizde bu coğrafyanın her hangi bir köşesinde, çok uzak değil yakın geçmişimizde yaşadığımızdır aslında bu…
Herkes gibi bende sanıyorum çok özlemişim. Kaç yıl oldu bilmiyorum. Hafiften yağan yağmurda sırılsıklam olduktan sonra, sobası yanan sıcak sımsıcak bir odaya girip sedire oturduktan sonra pencereden uzakları, çok uzakları, o ipil ipil yağan yağmuru seyretmeyeli, epey zaman geçti biliyorum… Biliyorum, yağmur şimdilerde de hep yağıyor. Yağmaya yağıyor ama o toprak sokağı, o geniş araziyi ve o soba ile ısıtılan sıcak odada pencereden yağmuru izlemeyeli çok oldu herhalde… Çocuktuk ve çok ıslanırdık yağmurda… Yağmur, tarlaların, bahçelerin topraklarına damla damla düşüp, toprak tarafından sindirile sindirile emilişini, sonra yaz güneşinin aniden parlayarak, toprağı buharlaştırmasını ve kabartmasını izlemek doyumsuz bir keyifti o zamanlar. Huzurdu. Toprak mı kabarırdı, ruhumuz mu coşardı bilmiyorum. Toprağın gökyüzü ile bitiştiği o geniş ve engin arazide, içimiz coşar, göğsümüz genişler ve ferahlardı; buğulanan, kabaran ve yenilenen toprakla birlikte…
Evet, yağmur sonrası ıslanan çimlerde şavkıyan güneş ışınlarıyla, ıslanan ayaklarımızla doğanın tazelenen, yıkanan ve berraklaşan güzelliğinde, bir coşku kaplardı sanki toprağı ve insanı… Kuşatırdı.
Şimdi de yağmur yağıyor. Ama o gün bugün, bu ortamı yaşayamıyoruz artık, teneffüs edemiyoruz. O ortam kaybolup, yok oldu. Şimdilerde yağan yağmur, asfalt yollarda ve kaldırımlarda, önce küçük akıntılar sonra seller oluşturup bir felaket gibi üzerimize üzerimize geliyor. Yağmur toprakla buluşmuyor artık… Toprak kalmadı yaşamakta olduğumuz şehirlerimizde… Doğallık yapaylığa, insan yapmacık şeylerle karşı karşıya kaldı.
Koptuk sandık, ama kopamadık.
Bizi oraya çeken bir şey vardı, bizden, bize ait olan bir şey… Ruhumuzda iklimi, tenimizde rengi, dokumuzda mayası olan bir şey vardı: Toprak. Doğallık. Sadelik…
Çünkü insan tabiatla vardır, doğallıkla sağlıklıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.