
Ahmet Hasdemir
15 TEMMUZ
15 Temmuz 2016 akşamı, saat dokuz civarıydı. İstanbul’dan bir gazeteci arkadaşım aradı. Hal hatırdan sonra sesi ciddileşti: “Köprüler trafiğe kapatıldı, garip bir hareketlilik var. Darbe teşebbüsü deniliyor. Sivas’ta durum nasıl?” dedi. Bir an duraksadım. İktidarın bu kadar güçlü olduğu bir dönemde, kim böylesi bir şeye cesaret edebilirdi? Yıl olmuş 2016, hâlâ darbe mi olur, diye safça sordum kendi kendime.
Haber kanallarını kontrol ettim, ortada net bir şey yoktu. Kendi televizyonum SRT’yi aradım, “Meydanda bir hareketlilik var, ne yapalım abi?” dediler. Saat ona yaklaşıyordu, içimdeki kuşkular büyüyordu. “Hemen canlı yayına başlayın. Meydandaki gelişmeleri halk izlesin,” dedim. Bugün bile o anı düşündüğümde tüylerim diken diken olur. Muhabirimiz İsmet Yıldırım, kalabalığın ortasında, halkın coşkusunu ekrana taşıyordu. İnsanlar vatan, millet, devlet, özellikle “Reis’i kimseye yedirmeyiz” diyerek meydanı doldurmuştu. Hançeresini yırtarcasına, “Neredesiniz ey sözde vatanseverler, demokratlar, milliyetçiler?” diye bağıranlar, herkesi meydanlara çağırıyordu.
Saat 22.30 civarında, darbe teşebbüsü olduğu netleşti. Ne Cumhurbaşkanı ne de hükümetten o an bir ses vardı. Ama halk vardı. Ve Sivas halkı çoktan meydanlardaydı. 15 Temmuz’un ilk anlarında şehir adeta ayaktaydı. Mahşeri bir kalabalık darbeye lanet okuyor, seçilmiş iradeye sahip çıkıyordu.
Biz de sabaha kadar canlı yayın yaptık. Son olarak, sabah namazı meydanda cemaatle kılındı; onu da ekranlara taşıdık. Yayıncı olarak görevimizi yaptık; milletin sesini duyurduk, direniş ruhunu canlı tuttuk. Tek bir amaç vardı: Vatanımızı, milletimizi, demokrasimizi kanlı bir darbe girişimine kurban vermemek.
Geçtiğimiz cuma hutbesinde “sahih dini bilgi” vurgusu yapıldı. Gerçekten de dinimizi istismar eden yapılar, cehaletten besleniyor. Ama aradan geçen dokuz yılda, doğru bilgiye ulaşma konusunda gençlerimize ne kadar destek verildi, tartışılır. Gençlerimiz boşlukta; bir yanda aidiyet arayışı, diğer yanda yönsüzlük. Sosyal medyaya esir olmuş bir gençlik. Ne yazık ki bu alanda hâlâ çözüm bulunabilmiş değil.
Devletimiz o gün büyük bir ihanete uğradı. Tepkisi doğal ve haklı olarak sert oldu. O dönemde, bu yapıya ucundan kıyısından bulaşan herkes sorumlu tutuldu. Suçlu-suçsuz ayrımı zaman zaman net yapılamadı. Üst kademe çoktan yurt dışına kaçmıştı. Onlar hâlâ hainlik peşinde koşarken, içeride kalan ve “ben suçsuzum” diyenlerin sesi duyulmaz oldu. Bu durum, ülkemizin enerjisini inanılmaz derecede tüketir oldu.
Bugün başka bir gerçekle karşı karşıyayız: Devletimiz, 40 yıldır bu ülkeye milyarlarca dolarlık zarar veren, on binlerce vatan evladını şehit eden bir örgütle bile “Terörsüz Türkiye” hedefiyle masaya oturabiliyorsa; içeride, kendini masum gören, bir yanlışın parçası olmaktan pişmanlık duyan kendi evlatlarını da dinlemelidir. Şefkat sadece düşmana gösterilmez; öz evladın da buna layıktır.
Elbette hainlerle mücadele kararlılıkla sürmelidir. Ama adalet sadece cezalandırmak değildir; aynı zamanda haklıyı haksızdan ayırmaktır. Bu ayırım ne kadar sağlıklı yapılırsa, milletin güveni de o kadar pekişir.
15 Temmuz’un kahramanlarını, bu vatan için canını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Gazilerimize sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Bu ülkenin geleceği olan gençlerimizin savrulmasına izin vermeyelim. Onlara doğru bilgiyle, sağlam kimlikle, milli şuurla sahip çıkalım.
Devletimizin terörsüz bir Türkiye hedefi elbette hepimizin dileğidir. Ancak o yolun sağlamlığı, sadece karşıdakilere değil, içeridekilere de nasıl davrandığımızla ölçülür. Merhamet, adalet ve vicdan bir arada yürürse; bu milletin bileği asla bükülmez, yaraları da tez sarılır.
Allah, bu millete bir daha o geceleri yaşatmasın. Ama o geceyi de unutturmasın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.