Her geçen gün toplum olarak tahammülsüzleşmeye, empatik davranmamaya doğru hızlı adımlarla koşuyoruz. Bencillik neredeyse birçoğumuzun karakteri haline gelmiş. Bireysel hazlarımızı ve zevklerimizi gerçekleştirmek için gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatmışız sanki. Herkes ve her şey bize hizmet etmek zorundaymış sanki.
Kendimizden başkasını görmez ve duymaz olmuşuz. Ben mutlu olayım, ben eğleneyim de başkası ne yaparsa yapsın modunda hareket ediyoruz. Evimizde, geç vakitlere kadar, komşularımızı düşünmeden, yüksek sesle sohbete ve muhabbete devam ediyoruz. Sabahın erken saatlerinde müzik dinlemeyi marifet zannediyoruz. Elektrikli süpürge ile güne merhaba diyoruz.
Hele koltuk örtülerini, battaniyeleri ve halıları balkon ve pencerelerden silkelememize ne demeli. Tabii ki sözün bittiği yer burası. Apartman sakinlerini toz yağmuru ile buluşturmamız ise alkışlanacak bir durum sanki. Ne de olsa bizim tozumuz bizden gidiyor. Başkası umurumuzda değil. Önemli olan bizim keyfimizin yerinde olması. Başkasının hastası varmış, sabah erkenden işe gidiyormuş, çocuğu geceden uykusuz kalmış bizi hiç ilgilendirmiyor.
Sabah bir hışımla evden kapıyı çarparak çıkmak ve ardından asansörde sigara içmek ne kadar da önemliymiş. Bizden sonra asansöre yaşlı binermiş, çocuk binermiş, alerjilisi ve astımı olan olurmuş, kimin umurunda. Servis şoförlerinin yolcularını almak için korna yaparak tüm sokakta tedirginlik oluşturmaları sanki bir gelenek olmuş. Aracını çalıştıran kişinin, gereksiz yere, durmadan gaza basarak, aracının egzozundan çıkardığı dumanı, evini havalandıran yan komşusunun penceresinden onu zehirlemesi sokağın bir ritüeli haline gelmiş sanki.
Ah ne kadar da saygılıyız yayalara. Nedense trafik polisini görünce birdenbire değerleniyor yayalar. Yaya geçidinde yayaya yol vermek sanki bir lütuf olmuş. Kendisine yol veren sürücülere, yayalar kompliman yapar hele gelmiş. Vicdanı ile trafik polisi arasına sıkışan sürücülere ise meydan okurcasına caka satar olmuş yayalar. Hayattan vazgeçmiş şekilde, kulağında telefon veya kulaklıkla dolaşanların yola kontrolsüz bir şekilde atlayışları ise ayrı bir patolojik vakıa. Bu durumda yayalara mı kızsam sürücülere mi kızsam karar veremedim bir türlü. Yolda yürürken özel halıda yürür gibi yola yayılanlara ne demeli. Elinde çekirdekle, yola yatay dizilenlerden geçiş izni almak ise ayrı bir çile. Yolun ortasına aracını park edip gidenlere, gelince de hiçbir şey yokmuş gibi hava atarak ve korna yaparak artistlik yapanlara ne demeli. Kaldırımın ortasında hararetle konuşanlara, dükkanının içinde ne varsa dışarıya taşıyanlara ne demeli. Empati yapmanın güzelliğinden mahrum olmak için neden bu kadar kendimizi zorluyoruz.
Hakikaten çok tahammülsüz olduk. Alışverişte sıra beklemek zorumuza gidiyor. Kırmızı ışıkta durmak hoşumuza gitmiyor. Müşterimizi memnun etmek bizi zorluyor. Büyüklerimizin nasihatlerini dinlemek bizi sinir ediyor. Lokantada servisin gecikmesi bizi garip davranışlara yöneltiyor.
Ulaşım araçlarına hemen binmek ve gideceğimiz yere hemen ulaşmak istiyoruz. Yemeğin hemen gelmesini ve hemen midemizin doymasını istiyoruz. Arkadaşımızın hemen söyleyeceklerini söylemesini ve sözünü hemen bitirmesini istiyoruz. Hemen para kazanmak ve anında harcamak istiyoruz. Okumaya başladığımız kitabın hemen bitmesini, izlemeye başladığımız filmin hemen sona ermesini, dinlemeye başladığımız müziğin ardından yeni müzik listelerinin yayımlanmasını istiyoruz. Her şeyin hızlıca olmasını, hemen olup bitmesini, ardından yeniden başlamasını istiyoruz. Yediğimiz yemeğin, içtiğimiz suyun tadına varamıyoruz. Filmi, müziği, kitabın cümlelerini anlamak istemeden sonlandırmak istiyoruz.
Burada örnekleri çoğaltabilir, sayfalar dolusu yüzlerce tespitler yapabiliriz. Şimdilik bu kadarla yetinerek farklı bir şey yapmalıyız diye düşünüyorum. Hissetmeden yaşamanın, yaşamın tadını alamamanın ne kadar acı bir şey olduğunu anlamalıyız. Hayatımızın daha anlamlı olması için çabalamalıyız. “Mış gibi” yaşamaya çalışmamalıyız. “Mış gibi” yaşarsak kaybedenlerden oluruz. Elimizden kayanların, uçup gidenlerin arkasından bakar dururuz. Onların bir daha gelmeyeceğini idrak ettiğimiz zaman ise iş işten geçmiş, gidenler ise gelmez olmuş, zaman ise su gibi akarak bizim dışımızda yolunu bulmuş olacaktır.
Yazımı toparlayarak şu noktaya gelmek istiyorum. Medeni bir toplum olma yolunda, birlikte yaşamak, ilerlemek, paylaşmak, üretmek, mutlu olmak, barış içinde, özgürce yaşamak dururken, zoru seçmenin bize kazandırdığı hiçbir şey olmadığını yine her geçen gün yaşadığımız acılardan öğreniyoruz. Acılardan ders alma yerine bunu bir nefrete, kine ve intikama dönüştürüyoruz.
Oysa tahammül etmeyi, empati yapmayı, bencil olmamayı öğrensek, bu öğretilerden elde ettiğimiz bilgileri eyleme dönüştürsek, eylemleri deneyimlemiş bir şekilde toplumsal zemine yaysak, evimiz daha güzel, mahallemiz daha huzurlu, şehrimiz daha nezih, ülkemiz daha gelişmiş, dünyamız daha yaşanılabilir bir gezegen olur.
Önemine binaen bir kez daha bu aynı cümleyi kurarak bu haftaki yazımı sonlandırıyorum. Tahammül etmeyi, empati yapmayı, bencil olmamayı öğrensek, bu öğretilerden elde ettiğimiz bilgileri eyleme dönüştürsek, eylemleri deneyimlemiş bir şekilde toplumsal zemine yaysak, bireysel ve toplumsal buhranlar, ekonomik sıkıntılar yok olur. Emeğe ve alın terine saygılı, sosyal adaletin hâkim olduğu, adil paylaşımın sunulduğu, insan onurunun yüceltildiği, tüm yurttaşların özgürce yaşadığı bir Türkiye olur.
Selam ve saygılarımla.